Ana Sayfa

BLOG

Kültür-sanat kavramlarını her haliyle ele alan yazılar, incelemeler ve rehberler.

Kültür & Sanat

“Adults”: Yetişkinlik Komedisi mi, Z Kuşağı Krizi mi?

Adults, Ben Kronengold ve Rebecca Show tarafından yaratılan, FX’te ilk kez yayınlanan ve Disney Plus platformunda yer alan bir komedi dizisidir. Konusu, New York, Queens’te yaşayan ve üniversiteden arkadaş olan bir grup ev arkadaşının hayatları etrafında şekilleniyor. Diziyi ilk gördüğümde “Gen Z kuşağının sit-com dizisi” olarak anılıyordu. Açıkçası bu dizinin ilgimi çekme sebeplerinden birisi de buydu. İzlediğimde ise neden Gen Z kuşağının sit-com dizisi olarak anıldığını daha iyi anladım. Gerçekten de 20’li yaşlarında olan gençlerin, teknolojinin hayatımızı kolaylaştırmasıyla problemlerinin nasıl değiştiğini ve hatta basitleştiğini gözler önüne seriyor. Keşke faturanın nasıl ödeneceği gibi basit konular hakkında bu kadar problem yaşamasaydık; en zeki kuşak olabiliriz ama aynı zamanda da en körelmiş kuşağız. Bunun dışında gerçekten de çok komik, zaman zaman utandırıcı, düşündürücü ve sıra dışı bir yapım diyebilirim. Gerçi dizinin yapımcısının <em>Big Mouth</em> dizisinin yaratıcılarından Nick Kroll olduğunu öğrendiğimde, sıra dışı bir yapım olacağını tahmin etmiştim. Dizinin başrollerinde Malik Elassal, Lucy Freyer, Jack Innanen ,Amita Rao, Owen Thiele gibi genç ve enerjik oyuncular yer alıyor. Performansları, karakterleri sadece birer karikatür olmaktan çıkarıp gerçekçi ve empati kurulabilir hale getiriyor. Ayrıca belirtmem gerekir ki, LGBTQIA+ topluluğuna karşı önyargılı olan kişilerin diziyi izlemesini tavsiye etmem; çünkü baş karakterler de dahil olmak üzere dizide bu topluluktan oldukça fazla karakter yer almakta. Ancak bu görünürlüğünyalnızca temsiliyet açısından değil, toplumsal bilinçlenme açısından da oldukça önemli ve gerekli bir hamle olduğunu düşünüyorum. Adults, sadece bir komedi dizisi olmanın ötesinde, bir kuşağın hem zihinsel karmaşasını hem de kültürel dönüşümünü ekrana taşıyor. Mizahın içine sıkıştırılmış toplumsal eleştiriler ve karakterlerin absürt ama tanıdık dertleriyle, izleyiciye hem kahkaha hem de düşünme fırsatı sunuyor. Z kuşağına dair klişelerin dışına çıkmak isteyen herkes için bu dizi, yeni bir pencere açıyor.  

9 Temmuz 2025Ilgın Altınay
Gastronomi

Domatesin Sessiz Devrimi

Eskiden sofralarda vişneli yahni, erikli dolma veya tarçınlı kuzu eti görmek şaşırtıcı değildi. Aksine, bu yemeklerin her biri Osmanlı gibi bir imparatorluğun zenginliğinin ve katmanlı damak zevklerinin en büyük göstergelerindendi. Günümüzde ise evde pişen “geleneksel Türk yemeği” dendiğinde çoğunlukla “salçasını kavur, suyunu ekle, altını kıs, pişsin” mantığında tarifler akla geliyor. Bu durum, yemeklerimizin günümüze kadar nasıl tekdüzeleştiğinin açık bir göstergesi. Peki ne oldu da yemeklerimiz bu kadar sadeleşti? Domates ve salçanın hayatımıza girmesi yalnızca tariflerin değişmesi değil; aynı zamanda alışık olduğumuz lezzetlere yabancılaşmamıza da neden oldu. Osmanlı mutfağını biraz incelediğimizde, adeta bir denge sanatıyla karşılaşırız. Tatlı ve ekşi unsurlar çoğu zaman aynı tabakta buluşur, iki farklı tadın ustalıkla dengelenmesi damakları mest ederdi. Et yemeklerinde vişne, üzüm, erik ve hatta ayva gibi meyveler kullanılırdı. Pilavlar tarçınla, bademle ve kuru meyvelerle süslenirdi. Koruk suyu, sumak suyu ve nar ekşisi gibi ürünler, limonun henüz fazla yaygın olmadığı dönemlerde asidik dengeyi sağlardı. Domates ise aslında mutfağımıza geç gelen bir misafirdi. Anavatanı Orta ve Güney Amerika olan bu meyve, 15. yüzyılda Avrupa’ya ulaştı. Ancak Avrupa’da uzun süre yenmeyen, hatta zehirli sanılan bir bitki olarak kabul edildi ve yalnızca süs amaçlı yetiştirildi. Bu algının temelinde hem botanik kökeni hem de kültürel önyargılar yatıyordu. Domates, patlıcangiller familyasına aitti ve bu grup içinde gerçekten zehirli türler bulunuyordu. Ayrıca, aristokrat sofralarında kullanılan kurşun alaşımlı tabaklarla domatesin asidik suyunun tepkimeye girmesi sonucu yaşanan zehirlenmeler, onun tehlikeli olduğu düşüncesini pekiştirdi. Bu olumsuz algılar nedeniyle domatesin Osmanlı topraklarına gelişi 18. yüzyılı buldu. Başlarda yalnızca Ege kıyılarında sınırlı kullanımı vardı. Zamanla, Akdeniz ve Balkan mutfaklarının etkisiyle yaygınlaştı. Ancak domatesin mutfakta gerçek bir dönüşüm yaratması, 20. yüzyılda salçanın evlerde yapılması ve ardından endüstriyel olarak üretilmesiyle başladı. Domates salçası, yemeklere renk, kıvam ve asidik tat katmasıyla adeta mutfakta bir devrim yarattı. Geleneksel Osmanlı mutfağında lezzet; nar ekşisi, sumak suyu, koruk suyu, sirke ya da meyvelerle dengelenirken, bu rollerin çoğunu zamanla yalnızca salça üstlenmeye başladı. Salçanın uzun ömürlü olması, her mevsim kullanılabilmesi ve özellikle şehir hayatında yemek hazırlığını hızlandırması, onu mutfakta vazgeçilmez hale getirdi. Bu süreçte geçmişin katmanlı, meyve-et-baharat dengesine dayanan tatları gölgede kaldı. Yerine, daha tekdüze ama hızlı hazırlanan, domates ve salça merkezli bir mutfak anlayışı yerleşti. Şimdi soralım: İnsanlar nasıl oldu da yüzyıllardır alıştıkları katmanlı tat profilinden, zamanında zehirli diye adlandırdıkları bu meyvenin tekdüzeliğine geçiş yaptı? Bir mutfağın değişimi yalnızca malzemelerle değil; zamanla, yaşam tarzıyla ve değer yargılarıyla da şekillenir. Domatesin mutfağımıza kabulü, sadece bir meyvenin sevilmesi değil; aynı zamanda toplumun gündelik yaşamında yaşanan büyük dönüşümlerin sonucuydu. 19. yüzyılın sonlarıyla birlikte Osmanlı'da kentleşme hızlandı; 20. yüzyılda ise şehirli hayatın baskınlaşmasıyla evde yemek yapmaya ayrılan zaman giderek kısıtlandı. Bu noktada domatesin – özellikle de salçanın – sunduğu pratiklik cazip hale geldi. Meyvelerle pişirilen et yemekleri, sumakla terbiye edilen sebzeler, nar ekşisiyle dengelenen tatlar zamanla “zahmetli” ve “eski usul” olarak görülmeye başlandı. Yerine, birkaç kaşık salçayla hızla tatlandırılabilen ve her mevsim aynı görünümü verebilen yemekler geçti. Tek tip malzemenin baskın hale gelmesi, zamanla damakların bu tada alışmasına ve çeşitliliğin unutulmasına yol açtı. Günümüzde “ev yemeği” dendiğinde çoğumuzun aklına gelen zeytinyağlılar veya sotelerin domates-salça temelli olması bir tesadüf değil; bir toplumun dönüşümünün ve zamanla tembelleşirken lezzet denilen şeyi unutmasının bir sonucudur. Bundan sadece birkaç kuşak önce mutfağımız, zengin meyve-et uyumları, narin ekşilikler ve katmanlı baharat dengeleriyle tanımlanıyordu. Bu kayıp yalnızca birkaç tarifin unutulması değil; düşünme, tat alma ve yeme biçimimizin de dönüşmesidir. Domatesin mutfağımızdaki yolculuğu yalnızca bir gıda maddesinin yaygınlaşmasını değil, bir toplumun zamanla sadeleşen, hızlanan damak zevkini de temsil eder. Ancak bu dönüşüm geri döndürülemez değil. Geleneksel tatları yeniden hatırlamak yalnızca nostaljik bir arayış değil; aynı zamanda kültürel çeşitliliğimizi, coğrafi zenginliğimizi ve geçmişle kurduğumuz bağı yeniden inşa etmenin bir yoludur.

2 Temmuz 2025Baran Erdinç
Kültür & Sanat

Martılar Sahiden Özgür mü?

Bir süredir martılar üstüne çok düşünür oldum. Buna doğup büyüdüğüm yerde bir gün yavru martılar olduğunu fark etmem vesile oldu. 24 yıllık hayatımın hatırı sayılır bir kısmını geçirdiğim yerde ilk kez yavru martı görüyordum. Hayatımda ilk kez görmem de cabası. Sahilde her yürüyüşümde onları gözlemlemeye yavaş yavaş büyüyüşlerine şahitlik etmeye başladım. Martıları gözlemlerken onların büyürken nasıl da yerleşik ve köklü hayvanlar olarak yetiştiklerini fark ettim. Ve toplumun çoğunluğunda martıların, kuşların özgürlükle bu kadar bağdaştırılmış canlılar olması benim gözümde bir tezat oluşturdu. Dolayısıyla bu kez de martıların gerçekten özgür olup olmadıklarını sorgulamaya başladım. Uçabiliyor olmak veya gönlünce istediğin yere gidebiliyor olmak özgürlük için yeterli midir? Martılar için emin değilim ama insanlar için yeterli olmadığını düşünüyorum. İnsanın uçması özgürlükten çok bir başkaldırıdır bence. Doğanın en temel kanunlarına bir başkaldırı ve belki de bir özgürlük yanılsaması. Peki bir kişinin istediğini istediği zaman yapabiliyor olması özgürlük müdür? Bundan da artık emin değilim. Peki özgürlük nedir? Her kavramda olduğu gibi bunda da herkes kendi tanımlamasını yapıp o tanıma göre yaşayabilmeli ama ben kendimce tanımlamaya çalışacağım. Konu üstüne ilk düşünmeye başladığımda bir insanın istediği şeyi istediği zaman yapabiliyor olması şeklinde tanımlamıştım özgürlüğü. Ama Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü’sünü okudukça bu tanımdan uzaklaştım. Hatta bu tanımın bize her gün uyanıp çalışmamız için pompalanan bir hayal olduğunu fark ettim. 5 yıl sonra şu anda istediğimiz şeyleri yapabiliyor olma özgürlüğüne sahip olmak için şu anda çok çalışmalı, yatırım yapmalı ve tasarruf etmeliyiz. Tüm bunları yaparken aradan geçen 5 yılın bize ve hayatımıza yapacaklarını ise hiç göz önünde bulundurmuyoruz. İsteklerimizin değişeceğini, belki de daha fazlasını isteyeceğimizi gözden kaçırıyoruz. Sürecin ve hayatın parçası değilmiş de ona sahipmişiz, onu yönetebilirmişiz gibi davranıyoruz. Tabiri caizse, satın almaya çalıştığımız özgürlüğün ötesine geçmek istemeyeceğimizi varsayıyoruz. Halbuki o 5 yılın sonuna geldiğimizde kaçımız 5 yıl önce bize yeteceğini düşündüğümüz şeylerle kanaat etmeye devam edecek? 5 yılı geçtim ne zaman ki kendime 5 ay sonra düzlüğe çıkacağımı söylesem vardığım yerin düzlük olmadığını fark ediyorum, çünkü değişiyorum. Sözün özü, istediğimiz şeyi istediğimiz zaman yapma beklentisinin bizim özgürlük yolundaki en büyük engellerimizden biri olduğuna inanıyorum artık. Tartışmaya çok açık olsa da özgürlüğü istek üzerine kurmamaya çalışıyorum bu sebeple. Benim tanımımda özgürlük insanın kendisi üstüne kurulu. Bence özgürlük her şeyden önce insanın kendisini bilmesinde. Ancak kendimizi bildikten, tanıdıktan sonra ne yapmak istediğimizi bilebiliriz çünkü. Ve ancak o zaman “yapmak istediğimizi düşündüğümüz şeyler” için değil “gerçekten yapmak istediğimiz şeyler” için çalışmaya başlarız. Bu bağlamda çalışmak da aslında özgürlüğün bir parçası bence. Mesela düşünün ki bir kişi paraşütle atlamak istiyor. Eğer ki bu kişi paraşütle atlamak için öncesinde emek harcıyor, araştırma yapıyor, basit düzeyin ötesinde bir eğitim alıyorsa o kişinin paraşütle atladığında hissettiği özgürlük gerçek özgürlüğe olabildiğince yakındır. Çünkü yapmak istediği şeyi yapmıştır ve bütün süreç onun için özgürlüktür. Paraşütle atlamak için başka işlerde çalışıp birikim yapması da özgürlüktür bu noktada. Ama bir de başka bir kişi düşünelim. Bu kişi de paraşütle atlamak istiyor ama sadece istiyor. Niye istediğini ve hatta neyi istediğini bilmiyor. Bu kişinin paraşütle atladığında yaşadığı şey bence özgürlük yanılsaması olabilir olsa olsa. Ayağı karaya değdiği anda hissettiklerini özümsemeden hayatına devam edeceği bir deneyim ve uğrunda çalışmak için kendisini ikna ettiği sebeplerden sadece biri. Tik atılacak ve hemen ardından bir sonrakine geçilecek bir aktivite. Bu kişinin paraşütle atlamak için başka işlerde çalışıp birikim yapması ise tutsaklıktır bana göre. Paraşütle atlamayı gerçekten istediği için değil yapabildiği için ve istediğini düşündüğü için yapmıştır. Eylemlerimizi ve dolayısıyla bizi gerçek sevgi ve tutkunun özgürleştirdiğine inanıyorum bu sebeple. Peki martılar sahiden özgür mü? Hala emin değilim. Gerçekten yapmak istedikleri şey uçmak mı bilmiyorum. Başka alternatiflerin farkındalar mı bilmiyorum. Ama insanlara saçtıkları o özgürlük hissiyatının aslında bir illüzyon olduğunu düşünüyorum. Özgürlük uçmak değildir, yapmak istediğin şeyi istediğin zaman yapabiliyor olmak hiç değildir. Özgürlük bir şeyi kayıtsızca sevebiliyor ve onun için uğraşmayı göze alabiliyor olmaktır bence.

24 Haziran 2025İpek Mocul
Kültür & Sanat

Sahneden Sahneye

2024 benim için sabahları iş görüşmelerine girdiğim, akşamları sahneye çıktığım bi yıl oldu. Bi de zaruri date’ler var tabi. Sezonun özeti böyleydi benim özelimde, tanımadığım insanlar tarafından top yekün değerlenlendirildiğim bi yıl oldu. Bence bi insan kendini gün içinde maksimum bir kere kanıtlamalı, çünkü düzenli olarak kendini kanıtlama döngüsünün içine girince bazı duyguların isteğin dışında nasırlaşmaya başlıyo, yer yer otoparkçı gibi hissizleşmeye başlıyosun. Nelerden "heyecan" nelerden "mutlululuk" duyman gerektiğini bi süre sonra yitirebiliyosun. En iyi senaryoda hissetmen gerektiğini düşündüğün duyguları her an teyit ettiğin için bunların içini boşaltıyosun. Günümüzden bi örnekle açıklamak gerekirse: Sabah bi mülakata girdin ve diyelim okeydi, iyi geçti keşkesiz kapadık laptobu. 4-5 gibi date’in vardı onda da çok iyidin, otoban faresi gibiydin. Karşındakini dinleme, dinlerken bağlamdan kopmama, yer yer anlama gibi yaşamsal faliyetleri yerine getirdin. Tamam, iyi gidiyoruz. Sonrasında gösterinin olduğu mekana geçtin, kulistesin, bekledin, sıra sana geldi, çıktın ve müthiş geçti, alkışlar bişeyler. İndin sahneden, çok iyi hissediyosun, gece senin için burda sonlanıyosa, bi bira ya da çay kahve sigarayla kapatıyosun geceyi. Biraz bilimsel konuşalım.Komedyenin bahsedilen gününe dair "dopamin-zaman" grafiğini çizecek olursak: (bu aşamada grafik çizme gereği duydum, çünkü hakikatin gizemli perdesini bazen şemalarla aralarız, görseller @sipsshub Instagram sayfasında) Şartları biraz değiştirip, ikinci bi gösteri daha olduğu durumu inceleyelim. İlk sahneden indikten sonra, ikinciyi hatırladığın an elde ettiğin başarma hissi oldu sana kolonya. Elinde avucunda hiçbir şey yok artık. Çok açken birinin sana çubuk kraker uzatması gibi, hiçbir şey ifade etmez artık yaktığın ilk sahne. Çünkü kendini bize tekrar kanıtlaman gerekiyo. Bu durumun da bi grafiği var: (görseller @sipsshub Instagram sayfasında) Durumu biraz daha zorlaştıralım... Bahsettiğimiz son durumdan daha rezil bi hissiyat daha var o da: “Kötü geçen sahne”  Kötü geçtiyse hiçbir şey olmamış gibi diğer gösteriye gitmek garip bi durum. Biraz önce seyirciye beton döktüğünün bilincindesin ve bu farkındalığı görmezden gelmek hiç kolay değil. Şimdiyse bulunduğun mekandan ayrılıp sonraki şova gidiyosun, yaşananları kendine hiç çaktırmaman lazım. Islık çalıp gökyüzüne falan bakman, kendini şimdiki şov için tekrar motive etmen gerekiyo. Ve bi ikna süreci başlıyo artık. Kendini bi komedyen olduğuna, herkesin böyle şeyler yaşayabileceğine cart curt. Ödev ahlakına göre diğer gösteride yapabileceğin en iyisini, en en ennnn iyisiniiiii yapman gerekiyo ama ben ilkokul birden beri ödevlerimi yapmadım. İncir gibi olur yüzüm. Duygusal yuvarlanma yaşarım. Buna rağmen son dakika toparlanmaya, kendimi gaza getirmeye, hatta bi önceki şovun kötü geçmediğine dair kandırmaya falan çalışırım kendimi.  Ama kendimi de hiç kandıramadım, kendim olduğum için yalan söylediğimi biliyorum. Öyle de bi durum var. "Hadi lan ordan", "basbaya yalan bu" gibi gerçeğin yağlı tokmağını bi güzel yerim. Deli gibi üzülürüm; hayatımı bi hayal uğruna mahvetmiş, eşimin-dostumun kariyerlerinde yükselmelerine tanık olurken harcadığım iki buçuk senenin sonunda vardığım yerin kötü geçen bi sahneden daha kötü geçmesi muhtemel bi sahneye yürümekte olduğum düşüncesi hücum eder beynime.  -Hadi abi elinden gelen bu mu ha stand-up bu mu beyler stan-dup bu mu ?!! (içime bağırarak) Burda da yalancı dopamin devreye girer. Ama bi s*ke derman olur mu sorusunun cevabını çok güvendiğim grafikle inceleyelim: (görseller @sipsshub Instagram sayfasında) Bütün bu duygu-durum bozuklukları komedyenlerin neden dengesiz insanlar olduğunu  açıklamaz mı ?  İşin kendisi zaten bi paket olarak bipolar. Ayrıca bu eşikler sahneden sahneye ve seyirciden seyirciye değiştiği için aslında her hafta tüm parametreler yeniden tanımlanır. Yeni sınırlar çizilir, ama öncesinden de farklı olur. Bu sebeple sahnelerin hiçbiri birbirine benzemez, içkindir. Yalın Alpay'ın date'i gibi konuştuğumun farkındayım, sürdürücem bi süre bunu. Tüm bu bağımlılık yaratan adrenalin istencinin tohumunu da ilk çıktığın açık mikrofon gibi bi şovla atarsın. Kanına o zehir girmiştir artık. "Nikotin rush" gibi bişeydir ilk açık mikrofon. Hayatında yalnızca bisiklete binmiş birini 1200’lük motosikletin arkasında yüksek süratlere çıkması hissi sadece yeni başlayan açık mikrofon komedyenlerinin yaşayabileceği bişeydir. Az önce sahneye bakan biri, şimdi rodeo boğasının üstünde. Şunu net hatırlıyorum, mikrofona ilk konuştuğumda kendi sesimin bana gelmesi bile dikkatimi dağıtmıştı. Çünkü bunun öncesinde düşündüğüm sırf mikrofonla ilgili 3-4 olası komplo senaryom vardı benim çuvallamama yetecek. Ki bunu düşünememiştim. Öte yandan bu habitatın dışına çıktığında da sana sunulan gerçeklikten memnun olmadığın bi senaryo seni karşılayabilir. Şundan bahsediyorum: Sürekli komedyenlerle takılan birinin (bu kişinin komedyen olmasına da gerek yok) günlük rutin sohbetlerden aldığı zevk de haliyle düşer. Arkadaşlarını mal ve sıkıcı bulmaya başlar. Çünkü böyle bi ortamın, komedyen ortamından bahsediyorum, şöyle bi handikapı vardır: birisi bi hikaye anlatacaksa o hikaye anlatılmaya değer olmalıdır. O yüzden hiçkimse kıymetsiz bi hikayenin altına girmek istemez. Anlatılan şeylerin değerli olmasının elzem olduğu, dolayısıyla anlatılan şeylerin şaşırtıcı veya komik olduğu ortamdan 1 level arkadaşlarının yanına gittiğinde aradığın cümbüşü doğal olarak bulamazsın. Ki algısını böyle evriltmemiş, buna ihtiyaç duymayan, komiği göremeyen insanlar da acayip şeyler yaşamazlar ya da yaşarken altını çizmezler. Dolayısıyla anlatacak bişeyleri de yoktur. Dolayısıyla komedyenlerin punchline kaygısı kendi aralarındaki sohbetlerde bile sürer. Ve bu da aslında günlük hayatla uyumsuz, zor mutlu olan, kendi de dahil hiçbir şeyi beğenmeyen zihinler yatarır. Yani, devrim kendi çocuklarını yer.  Peki ne yapmalı ?  Meclisten yasa çıkana kadar elimiz kolumuz bekleyecek miyiz ? İlerde bu sektör gelişirse ve sektöre yeterince yatırım yapılmak istenirse diye şöyle bi çözüm önerim var: Hayırseverler, komedi kulüpleri ve yardımı vergiden düşmek isteyen sponsorların desteğiyle rehabilitasyon merkezleri yapılsın. Gelin hep beraber komedyenler için yeniden yaşam alanları inşa edelim. (Boş feto okullarından bikaçı kullanılabilir) Tıpkı huzur evleri, bağımlılıkla savaşan kurumlar gibi işletilsin. Kervansaray gibi bişey olsun. Bakıma muhtaç komedyenlerin bulunduğu muhteşem bir tesis... Gösterileri kötü geçen, hiç arkadaşı kalmayan, topluma uyum sağlayamayan komedyenlerin sığınacak bir yuvası olsun. Yakınları haftanın belirli günleri ziyaret edebilecek, kapalı havuzlarda yunus balıklarının kaygan başını okşayarak iyi hissedebilecek, rehabilite olabilecekler. Teşekküre gerek yok sadece işimi yaptım ;)

17 Haziran 2025Ozan Altınbıçak
Gastronomi

Tatlar Hafızada, Anılar Kalpte - San Sebastian ve Nefis Pintxosları

Alışık olduğumuz keşmekeş ve telaştan son derece uzak, tatlı ve bir o kadar da büyüleyici... Avrupa'nın gastronomi başkenti San Sebastian! Üç ay kadar yaşama şansı bulduğum bu şehri bir de benden dinleyin. Koşturmacaya o kadar alışmış, aceleci bir şekilde yaşıyoruz ki çoğu zaman her gün önünden geçtiğimiz bir kafeyi fark edemiyoruz. Özellikle metropol bir şehirdeyseniz, her şeye çok aceleniz var demektir. Bunu San Sebastian’a gittiğimde çok daha net anladım. Sokaklarda anın tadını çıkararak, etrafına bakınarak yürüyen insanlar... Hiç saate bakılmadan, sadece karşıdakine odaklanarak yudumlanan içecekler ve edilen sohbetler... Bizim için ne kadar büyük bir lüks gibi geliyor, değil mi? Sabah Old Town’da evden dışarı adımınızı attığınız anda bir yerlerden gelen müzik sesi sizi alıp götürüyor. Birkaç adım ilerlediğinizde 60’lı yaşlarındaki çiftlerin dans ettiğini görüyorsunuz. Yürümeye devam ettiğinizde akordeon çalan sanatçılar ve çocuklar için akrobasi gösterileri yapan şov ekipleriyle karşılaşıyorsunuz. San Sebastian’da bunlar istisnasız her gün görebileceğiniz manzaralar. O kadar aceleye yer yok ki bu şehirde, her şey belli bir düzen içinde ilerliyor. Öyle ki otobüslerde bile şoförün ne zaman hareket edeceğini gösteren sayaçlar var. Bazı duraklarda araçtan inip sigara molası veren otobüs şoförlerine sıkça rastlayabilirsiniz. Hal böyle olunca insanların yüzlerindeki gülümsemelere şaşırmamak gerek. Sokakları, köprüleri, manzaralarıyla ilk andan itibaren büyüleyen bu şehir, keşfetmeye doyamayacağınız bir gastronomi deneyimine dönüşüyor. Bildiğimiz İspanya’nın meşhur tapasının, Bask Bölgesi’ndeki adı: Pintxos. Her yerde rahatlıkla bulabileceğiniz fakat özellikle Old Town’da yan yana sıralanmış sokaklardaki pintxos barları, bu lezzet deneyiminin zirvesini oluşturuyor. Pintxos kültürünü, bu şehrin rahatlığının ve telaşsızlığının bir yansıması olarak görüyorum. Asla doyumluk değil, tamamen anın tadını çıkarmaya ve yediğinizden zevk almaya yönelik harika içki eşlikçileri. Bizim kültürümüzdeki mezelerin bir versiyonu gibi düşünebilirsiniz. Genellikle ayakta, masaların etrafında sohbet esnasında bir dilim ekmek üzerine hazırlanmış çok çeşitli malzemelerle sunuluyor. Asla tam anlamıyla doymuyorsunuz ama her lokmada daha fazlasını istiyorsunuz. Zaten onların da amaçları doymak, doyurmak değil. Fiyatlar mekâna göre değişmekle birlikte, tanesi yaklaşık 6-7 Euro civarında. O kadar lezzetli bir deneyim ki... Kırmızı soğan ve kızarmış kalamardan oluşan basit bir taco’yu gözüm kapalı üç ısırıkta yediğimi hatırlıyorum. Beni en çok etkileyen şeylerin başında bu farkındalık duygusu geliyor. Günlük hayatın koşturmacasında, bir an önce doyalım da işimize devam edelim diye yemek yiyoruz. Ama çoğu zaman yediğimiz şeyin içindeki lezzetleri fark edemiyoruz. San Sebastian, ufacık bir pintxos’tan nasıl büyük bir lezzet alınabileceğini gösteriyor ve bize “tadını çıkarmak” dediğimiz şeyi hatırlatıyor. Mutlu olduğumuzda, telaşsız ve rahat bir şekilde yediğimiz yemekten maksimum lezzeti alıyoruz ve bu da bizi daha da mutlu ediyor. Seyahatin sonunda geriye dönüp baktığımızda, “Ne güzel bir seyahatti!” diyoruz ve aklımızda en çok, yediğimiz yemeklerin lezzeti kalıyor. Hepimizin hafızasında, babaannelerimizin yaptığı o yemeklerin ayrı bir yeri vardır. Çünkü çocukken tek derdimiz ,babaannemizin yaptığı o leziz yemeği yemek ve  önümüzdeki çizgi filmi izlemekti. Koşuşturmacalar ve kaygılar olmadığı için, yediğimiz lezzetler hafızamıza kazındı. İşte San Sebastian da bizde aynı duyguları uyandırıyor. Şehrin büyüleyiciliği ve rahatlığı, yediğimiz yemekten maksimum zevk almamızı sağlıyor. Güzel yemek yediğimiz yerde güzel anılar birikiyor. Başta da söylediğim gibi, pintxos kültürü bu telaşsızlığın ve rahatlığın bir eseri. Döngü şu şekilde işliyor: Sakin bir zihin, güzel yemek, güzel anılar, mutluluk... Ve yeniden sakin bir zihin. <strong>Baran ERDİNÇ</strong> <em>19.02.2025</em>

10 Haziran 2025Baran Erdinç

BLOG YAZILARIMIZI KAÇIRMA!

Haftalık bültenimize abone olarak en yeni blog yazılarımızdan, incelemelerimizden ve rehberlerimizden haberdar olun.