Background

BLOG

Kültür-sanat kavramlarını her haliyle ele alan yazılar, incelemeler ve rehberler

Yazılar
İncelemeler
Rehberler
Kategoriler
17 yazı bulundu
FİLM & DİZİ
8 Eki 2025

Severance: Lumon’un Karanlık Koridorlarında İkiye Bölünen Kimlik

Apple TV+ platformunda yayınlanan Severance, Dan Erickson tarafından yaratılan; yapımcılığı ve yönetmenliği ise Ben Stiller ve Aoife McArdle tarafından üstlenilen, bilim kurgu, psikolojik gerilim, distopya ve kara mizah türlerini bir arada sunan bir dizi. Dizinin merkezinde, Lumon İndustries adlı gizemli şirkette çalışanların iş-yaşam dengesini sağlamak için “Severance” (ayrışma) adı verilen tartışmalı bir prosedürden geçmeleri yer alıyor. Bu prosedürle birlikte çalışanların beyinlerine takılan bir implant, onların işteyken özel hayatlarını tamamen unutmalarını; özel yaşamdayken ise iş hayatlarına dair hiçbir şeyi hatırlamamalarını sağlıyor. Böylece ortaya iki ayrı benlik çıkıyor: İnnie: İşyerindeki benlik; sadece işte yaşar, dış dünyayı hiç bilmez. Outie: Şirket dışında yaşayan benlik; işte neler olduğunu bilmez, sadece maaş alır. Hikâye, Lumon İndustries’in yeni çalışanı Helly’nin (Britt Lower) isyanıyla başlıyor. Bu isyan, ana karakter Mark Scout’ın ve diğer çalışanların Lumon’un karanlık sırlarını sorgulamasına yol açıyor. Dizi kadrosunda daha önce yer aldıkları yapımlarla dikkat çeken birçok güçlü isim bulunuyor: Adam Scott (Mark Scout), Patricia Arquette (Harmony Cobel), John Turturro (İrving), Christopher Walken (Burt), Britt Lower (Helly) ve Tramell Tillman (Mr. Milchick). Oyunculuklar genel olarak büyük övgü toplasa da Adam Scott özellikle öne çıkıyor. Bunun en önemli sebeplerinden biri, genellikle komedi yapımlarında izlediğimiz oyuncunun, farklı bir türde aynı başarıyı —hatta belki de daha fazlasını— yakalayabilmiş olması. Dizide öne çıkan temalara gelecek olursak; Kimlik ve Benlik, insanı “ben” yapan şey nedir? Hafıza mı, deneyimler mi, yoksa seçimler mi? İnnie ve Outie aynı kişi midir, yoksa iki ayrı birey mi? Birbirlerinden bağımsız bir şekilde var olabilirler mi, yoksa birbirlerine bağımlı mıdırlar? Kapitalizm ve Çalışma Hayatı, şirketin çalışanları üzerinde kurduğu mutlak kontrol, modern iş hayatının bir metaforu olarak öne çıkıyor. İş-yaşam dengesini sözde çözmek isterken, aslında bireyi bir makineye indirgeme çabası söz konusu. Büyük düşünürlerin bir kısmı zihin ve bedeni makine olarak tanımlamıştır; bu bakış açısıyla bakıldığında insan gerçekten de bir makineden ibaret midir? İktidar ve Gözetim, şirketin gizemli kurucusu Kier Eagan etrafında neredeyse dini bir kült yaratılması dikkat çekiyor. Tarikat değil de kült dememin sebebi ise; Kült yapılarında maddi ve manevi bedeller ödenirken, tarikatlarda böyle bir bedelin ödenmemesi fakat bu bedellerin ödendiğine kişiyi psikolojik açıdan inandırmaları. Bu dizide de girmenin olmasa da çıkmanın ağır bedelleri var. Gözetim, manipülasyon ve itaati sağlamak için kullanılan psikolojik yöntemler de dizinin temel unsurlarından. Travma ve Kaçış, Mark’ın kişisel trajedisi karşısında unutmayı tercih etmesi, insanların acıdan kaçma eğilimini simgeliyor. Yüzleşmeden kaçıp iyileşme sürecini başlatmamak, benliğini “bölmek” pahasına acıyı geride bırakmaya çalışmak dizinin en çarpıcı yönlerinden biri. Görsel Anlatım ve Atmosferden bahsetmem gerekirse: Dizinin genelinde minimalist, steril set tasarımları ve labirentimsi koridorlar öne çıkıyor. Soğuk renk paleti ve 70’ler kurumsal estetiği, Lumon İndustries’in klostrofobik atmosferini güçlendiriyor. Outie benliklerinin yaşadığı dünyada da bu estetiğin izlerini görmek mümkün. Absürt mizah ile psikolojik gerilim unsurları harmanlanarak izleyicide sürekli gözetlenme duygusu yaratılıyor. Kamera açılarıyla desteklenen bu tercih, gerilimi zekice artırıyor ve izleyiciyi içine çeken bir atmosfer sunuyor. Severance, sadece bir dizi değil; kimlik, hafıza, kapitalizm ve insan doğası üzerine düşünmeye davet eden bir modern distopya. Güçlü oyunculukları, atmosferik görselliği ve derin temalarıyla izleyiciyi hem düşündürüyor hem de geriyor. Apple TV+’ın en özgün yapımlarından biri olarak öne çıkan dizi, yakın zamanda 3. sezon onayını da aldı. Bu da Lumon’un karanlık koridorlarında daha uzun süre yolculuk yapacağımızın habercisi.

I
Ilgın Altınay
Yazar
Oku
KÜLTÜR & SANAT
1 Eki 2025

Yansımanın Esiri: Narcissus’tan Dorian Gray’e

Bir insan kendi yansımasına âşık olabilir mi? Yüzyıllardır anlatılagelen mitler, bu tür sıra dışı sorulara cevap arıyor. Sadece tanrıların ve kahramanların değil; aslında insan doğasının zaaflarını, arzularını ve trajedilerini de gözler önüne seriyor. Bugün “narsist” ve “eko” kavramlarının kökenini oluşturan Narcissus ve Echo mitinden yola çıkıp Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi eseriyle olan paralelliklerine hadi gelin beraber bir göz atalım. Narcissus, Boeotia’nın Thespiae şehrinde yaşayan, yakışıklılığıyla dikkat çeken genç bir faniydi. Daha çocukken kahin Tiresias bir öngörüde bulundu. Kehanetinde Narcissus’un ancak “kendini bilmediği” sürece uzun bir yaşam süreceğini söyledi. Bu gizemli kehanet, gelecekte olacakların habercisiydi. Büyüdüğünde ise, dünyada en yakışıklı ölümlülerden biri haline gelmiş olan Narcissus, birçok insanın kalbini çalan bir geyik avcısı oldu. Kelimelere dökülemez güzelliğinden etkilenenlerden biri de dağ perisi Echo’ydu. Echo, bir gün Narcissus’u ormanda avlanırken gördü ve bir anda ona âşık oldu. Ormanda bir süre sessizce izledi Narcissus’u. Echo’nun kendine ait bir sesi yoktu; sadece karşısından duyduğu kelimeleri tekrarlayabiliyordu. O yüzden, sonunda Narcissus birinin orada olduğunu fark edip “Kim var orada?” diye seslendiğinde, Echo yalnızca onun ağzından çıkan kelimeleri aynalayabildi. Echo, saklandığı yerden çıkıp Narcissus ile yüzleştiğinde ise zalimce reddedildi. Yıkılan Echo, ormanın derinliklerinde kayboldu ve ondan geriye sadece sesi yani diğerlerinin yankıları kaldı. Narcissus kendinden başka kimseyi sevemezdi. Güzel görünüşü dolayısıyla birçok insan ona aşkını ilan etmiş, ancak Narcissus hepsini reddetmişti. Narcissus’un bencilliği, intikam tanrıçası Nemesis’i sinirlendirdi. Bir gün Narcissus ormanda dolaşırken, Nemesis onu bir su birikintisine doğru çekti ve Narcissus orada kendi yansımasını gördü. Gördüğü güzel yüz karşısında afalladı ve gözlerini bir daha yansımasından alamadı. O andan itibaren Narcissus ne yedi ne içti; sadece oturup karşısındaki genç, yakışıklı adamı izledi. Bu adamın kendisinin bir yansıması olduğunun farkında bile değildi. Bu imkânsız aşk onu tüketti ve sonunda hayatına son verdi. Söylentilere göre Narcissus, ölüler diyarına giden Styx Nehri’ni geçerken hâlâ suda kendi yansımasını izlemekteydi. En sevdiğim kitaplardan biri olan Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi eserinde ise bu mit ile paralellikler görebiliyoruz. Narcissus’un kendi yansımasını gördüğü gibi, Dorian da kendi portresiyle benzer bir ilişki kuruyor. Sybill ise Dorian’a âşık olmuş bir aktris ve Echo ile benzer kaderler paylaşıyor. Wilde’ın bu paralellikleri kurarken farklı tuttuğu nokta, karakterlerin özgür iradesidir. Sesini Hera’ya karşı çıkarak kaybeden ve özgür iradesi elinden alınmış Echo da, Nemesis tarafından cezalandırılan Narcissus da kaderlerini ellerinde tutmazlar. Tanrıların onlar için karar verdikleri hayatların içinde sürüklenirler. Bunun aksine Dorian ve Sybill, kendi kararlarını verebilmek için özgür iradeye sahiptir ve bunların sonuçlarını yaşarlar. Narcissus kendine olan takıntısını farkında olmadan oluştururken, Dorian bu süreci roman içerisinde adım adım inşa eder. Dorian, kendinin farkında olmadan önce masum biridir. Ancak kendini fark ettiği anda takıntılı hale gelir. Portresinin hep aynı kalacak olup, kendisinin zamanla bir çiçek gibi eğilip solacağı düşüncesi hayatın onunla alay ettiği izlenimini verir. Dorian, içinden “Keşke kendim yerine portrem yaşlansa” diye geçirir. Bu dileğiyle adeta “şeytanla bir anlaşma” yapar ve ne kadar kendisi yaşlanmasa da masumiyetini zamanla kaybeder. Etik olarak yanlış olan her davranışında portresinin biraz daha çirkinleştiğini görür. Bu durum, Dorian’ın davranışlarını sorgulamasına sebep olsa da kendine duyduğu hayranlık bu sorgulamaları bastırır. Tıpkı Narcissus gibi, kendi yansımasına mahkûm olur. Kendine duyulan hayranlık nerede sağlıklı bir özgüvenden çıkıp yıkıcı bir takıntıya dönüşür? Eğer Dorian Gray’in Portresi’ni okumadıysanız, Wilde’ın kaleme aldığı bu sorgulamalarla dolu yolculuğu mutlaka deneyimlemenizi öneririm. Belki de kitabı okurken, Narcissus’un sudaki yansımasından gelen yankıları siz de duyacaksınız. Kaynakça: Ovidius. (2019). Dönüşümler İ-XV: Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi. (Orijinal eser MS 8 yılında yayınlanmıştır)

C
Ceren Şehri
Yazar
Oku
GASTRONOMİ
24 Eyl 2025

Nereden Esti Bu Gastronomi?

Sevdiğim bir sözdür: “Nereden esti bu?” Ben de size, bu mesleği seçmemdeki etkenlerden biraz bahsetmek istiyorum. Yemek yapmaya asıl başlamam elim bıçak tutmaya başladığında olsa da, bence etkileri çok daha önceden geliyor. Annemin anlattığına göre, ben daha konuşamıyorken bile yemek yapacağı zamanlarda beni mutfak tezgâhına oturtur, yaptığı yemeği anlatır, bir yandan da benimle sohbet edermiş. O sohbetler beni etkilemiş olacak ki, biraz daha büyüdüğümde çorbayı karıştırmak, pudingi karıştırmak, kurabiye yoğurmak gibi ufak mutfak aktivitelerine annemin dahil etmesiyle serüvenim devam etti. Anneanne ve babaanne yemekleriyle büyümek de en büyük şanslarımdan biriydi. Okuldan sonra çoğunlukla ya babaannemlere ya da anneannemlere giderdim. Onları mutfakta izlemek ve sofraya gelen lezzetlerini tatmak, mutfağı bana bir yuva gibi hissettirdi. Bu da gastronomiye olan ilgimi besleyen en önemli etkenlerden biriydi. Elim bıçak tutacak yaşa geldiğimde, yemeklere destek olmaya başladım. Yemek yemeyi çok seven, iştahlı biri olmamın etkisini söylememe gerek yok herhalde. Boş zamanlarımda yemek programları izleyip tarifleri denemeyi severdim. Henüz 12–13 yaşlarındayken bayram harçlıklarımla kendime ilk şef bıçağımı aldım. İnternetten videolar izleyerek tekniklerimi geliştirdim. Ailem ilgimi görünce, “Cumartesi akşamları yemekleri sen yapmak ister misin?” diye sordular. Hemen kabul ettim. Sınav zamanları yaklaşırken ben çoktan kararımı vermiştim: Şef olacaktım. Ailem ise, “Profesyonel mutfak evde yemek yapmaya benzemez, orayı da deneyimle, sonra yolumuzu çizeriz” düşüncesiyle bana yol gösterdi. Böylece 2019 yazında, 14 yaşındayken MSA’nın Young Chefs programına katıldım. Bir aylık profesyonel mutfak deneyimi, aslında sektöre attığım ilk profesyonel adım oldu. Eğitim sonrası düşüncelerim daha da pekişti; artık meslek tercihimden emindim. Mesleğe tutunmamın bir başka dönüm noktası ise basketbol oynadığım dönemlerde yaşandı. Babam, Türkiye çapında tanınan başarılı bir basketbol antrenörüydü. Haliyle benim de basketbola başlamam kaçınılmazdı. 7 yaşında başladım, çeşitli kulüplerde profesyonel olarak oynadım ve çok severek devam ettim. Şu anki mesleğimden de anlaşılacağı üzere, bir ekibin parçası olmayı ve zaman zaman yönetmeyi hep sevdim. Peki ama gerçekten bir ekibin parçası olabilmiş miydim? Basketbol oynadığım dönem boyunca, gerek ekstra iyi bir oyuncu olmamam gerekse babamdan dolayı “torpilli” damgaları ardı arkası kesilmeyen mobbinglere dönüştü. Dışlamalar, küçümsemeler derken, bu yaşananların gelecekteki kariyerimi çizeceğinin farkında bile değildim. Buradan antrenörlere de bir not düşmek isterim: Eğer ergenlik çağındaki gençlerden oluşan bir takımı yönetiyorsanız, mobbinglere ve takım içi dinamiklere mutlaka dikkat edin. Belki size önemsiz görünen şeyler, bir gencin hayat boyu taşıyacağı travmaların temeli olabilir. Bu kendini ait hissedememe ve dışlanma duygusu, bende kendimi sevdirme ihtiyacını doğurdu. Halbuki böyle bir şeye ihtiyacım yoktu; olduğum halimle zaten iyiydim. Ama o zamanlar farkında değildim. Ben de en iyi yaptığımı düşündüğüm şeye tutundum: yemek yapmaya. Bazen idmanlara yaptığım yemekleri götürürdüm, takımca yerdik. Yemek götürdüğüm zaman bir anda herkesin en yakın arkadaşı oluyordum. Güzel sözler, samimiyet, arkadaşlık izlenimleri de cabasıydı. Sonra kendimi aralarında görebilmek için ara sıra yemek yapıp götürmeye devam ettim. İnsanları mutlu etmeyi seviyordum; onlar mutlu olunca ben de mutlu oluyordum. “Benim işim bu” diyordum kendi kendime. Belki de bu, sadece sevilme ihtiyacımın bir yansımasıydı. Ama hangi duygudan doğarsa doğsun, beni mutfağa ve bu mesleğe daha derinden bağladığı tartışılmaz. Bugün anlıyorum ki, gastronomiye ilgim bir tesadüf değil; çocukluktan beri içimde büyüyen bir yolculuğun sonucu. Belki mutfağa ilk adımım annemin sohbetleriyle oldu, belki de anneanne ve babaanne sofralarının kokusunda şekillendi. Belki de dışlandığım anlarda kendimi ifade etmenin en doğru yolunu mutfakta buldum. Ama kesin olan bir şey var: Mutfak, benim için sadece yemek pişirmek değil; kendimi bulduğum, insanlarla bağ kurduğum, hayatı anlamlandırdığım yer. Şimdi geriye dönüp baktığımda, o küçük çocuğun tezgâhın kenarında oturup annesini izlerken hissettiği heyecanın hâlâ içimde olduğunu görüyorum. Ve biliyorum ki, bu heyecan hiç bitmeyecek.

B
Baran Erdinç
Yazar
Oku
YAŞAM
17 Eyl 2025

İyilik Modern Dünyayı Terk mi Etti?

Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm isimli kitabından Nezaket Erden ve Hakan Emre Ünal tarafından uyarlanan Sevgili Arsız Ölüm – Dirmit oyunu sanırım son zamanların en yankı yapan oyunlarından biri oldu. Ben de çok sevdiğim bir arkadaşım ile bu oyuna bilet almışken tarihe çok az bir zaman kala gidemeyeceğimi fark ettim. Ama oyundan önce kitabın kendisini okumak istediğim için kitabı çoktan almış, okumaya da başlamıştım. İyi ki de öyle yapmışım. Oyuna gidememiş olsam da yardımlaşma teması üstüne beni çok düşündüren bu kitabı okumuş oldum. Latife Tekin, kitabın genelinde Türk toplumunun gelenek ve göreneklerine geniş yer veriyor; hem olumlu hem olumsuz yönleriyle, kahramanların yaşamlarıyla ilişkilendirerek bu gelenekleri bize aktarıyor. Bence bu gelenekler arasında en olumlu fark yaratan unsur, yardımlaşmanın Türk toplumundaki yeri. Kitapta ne zaman köye biri gelse ya da biri köyden taşınsa, biri askere gitse ya da evlense; hem işlerin yürütülmesinde hem de maddi anlamda bir yardımlaşma ortaya çıkıyor. Kitap boyunca, o dönemin yardımlaşma anlayışı ile günümüz modern dünyasının yaklaşımı arasında karşılaştırma yapmaktan kendimi alamadım. Özellikle köyden kente göç sonrası aile bireylerinin, her ne kadar bu durum “bireyselleşme” olarak adlandırılsa da, aslında yalnızlaştığını görmek; şehir yaşamının bizi sadece yardımlaşmadan değil, beraberlik duygusundan da uzaklaştırdığını fark etmemi sağladı. Peki, bizi eski usul çevremizdekilerle dayanışmaktan uzaklaştırıp kilometrelerce ötedeki insanlara odaklanmaya iten şey ne? Sosyal medyanın, diğer pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da büyük etkisi olduğuna inanıyorum. Yardımlaşmayı teşvik etse de, aynı zamanda insanlarda sorumluluğu başkalarına atma eğilimini körüklüyor ve bizi ihtiyaç karşısında duyarsızlaştırıyor. İnstagram’da gördüğümüz büyük yardım kampanyaları ve bu kampanyalarda toplanan yüklü bağışlar karşısında, gerçek dünyada ihtiyaç sahibi birine artık giymediğimiz bir kazağı vermek ya da evimizin önündeki kediyle yemeğimizi paylaşmak yetersizmiş gibi hissettiriyor. Çünkü zaten bunu daha etkili yapan insanlar var sosyal medyada. Peki ama, bizim tanıdığımız, o kazağa ihtiyacı olan kişi bu “etki alanının” içinde mi? Ya da gerçekten yardıma ihtiyacı olan herkes sosyal medyada sesini duyurabiliyor mu? Kurumsal dünyanın da benzer bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Büyük şirketlerin çeşitli nedenlerle düzenlediği yardım kampanyaları karşısında bireysel yardımların etkisi sınırlıymış gibi görünüyor. Oysa yakın zamanda katıldığım bir şirket etkinliğinde, genel müdürün sokak hayvanlarına yönelik yardımın bireysel düzeyde yapılmasının daha faydalı olduğuna dair görüşü dikkatimi çekti. Kurumsal şirketler bu sorumluluğu bireylerden beklerken, bireyler de bu görevi kurumlardan beklerse ne olur? Sorumluluğu birbirimize atmak, odadaki fili görmezden gelmenin ve acıya duyarsızlaşmanın bir yolu değil mi? Elbette ideal bir dünyada, “yardımlaşma” kavramına bu kadar büyük anlamlar yüklenmesine gerek kalmazdı. Ancak bizim ideal olmayan dünyamızda, belki de sahip olduğumuz en kıymetli erdemlerden biri bu olabilir. Devletin var olduğu bir ortamda bireyin bu kadar fazla sorumluluk üstlenmesi haksızlık olsa da bizi insan yapan şeylerden biri de bu sorumlulukların farkında olmak değil mi? Modern dünyada, bireyselleşme adı altında yalnızlaşmaktan kurtulmak ve iyiliğe yaklaşmak ne kadar zor görünse de, sonuçlarının bu zahmete değeceğine inanıyorum. Yapmamız gereken tek şey, artık topu başkalarına atmayı bırakmak ve gözlerimizi kaçırmaktan vazgeçmek. Kaynakça: Tekin, L. (2023). Sevgili Arsız Ölüm. Can Yayınları

İ
İpek Mocul
Yazar
Oku
KÜLTÜR & SANAT
10 Eyl 2025

“Étoile”: Sahne İşıkları Parlıyor ama İşık Her Yere Vurmuyor

Étoile, Daniel ve Amy Sherman-Palladino tarafından yaratılmış Amazon Prime’da yayınlanan bir komedi-drama dizisi. Hikâyesi, Paris ve New York’ta bulunan iki büyük bale topluluğunun düşen maddi gelirler nedeniyle en büyük yıldızlarını takas etmesi üzerine şekilleniyor. Bu takas sonrası gelişen olaylar dizinin temelini oluşturuyor.Bana kalırsa, zihnin fazla dolu olduğunda, kafa yormak istemediğiniz bir zamanda izlenebilecek “çerezlik” kategorisine giren bir yapım. Her ne kadar türü dram-komedi olarak geçse de izleyiciyi içine çeken güçlü bir drama ya da kahkahalarla güldüren bir komedi anlayışı sunmuyor. En fazla yüzünüzde hafif bir tebessüm bırakabilecek sahnelerle ilerliyor. Olay örgüsüne gelirsek: Fransız bale topluluğunun genel müdürü Geneviève (ilk televizyon rolü olduğunu ne yazık ki hissettiren Charlotte Gainsbourg), bu takas için gerekli finansmanı sağlamıştır. Ancak takasın gerçekleşmesi için New York bale topluluğunun genel müdürü ve aynı zamanda eski sevgilisi olan Jack’i (Luke Kirby) ikna etmesi gerekir. Jack, yıldız balerin Cheyenne Toussaint’in (Lou de Laâge) takasa dâhil edilmesi koşuluyla bu fikre sıcak bakar. Böylece Cheyenne New York’a, zamanında Paris’teki topluluktan kovulan Mishi Duplessis (Taïs Vinolo) ve karmaşık ama yetenekli koreograf Tobias Bell (Gideon Click) ise Paris’e gönderilir. Sonrasında dizi, bu takas sonrası başrollerin ve yan karakterlerin yaşadığı gelişmeler üzerinden ilerler. (Olası izleme ihtimalinize karşı daha fazla spoiler vermekten kaçınıyorum.)Dizinin güçlü yönlerinden biri, bale dünyasını yalnızca balerin ve baletlerin gözünden sunmaması. Ancak, keşke sezon boyunca izleyiciye sunulan gösteri sayısı üç ile sınırlı kalmasaydı. İzlediğim sahneler bana etkileyici geldi—belki acemi olduğumdan, belki de bu alanı bilmediğimden bilemiyorum—fakat koreografi ve sahneleme açısından daha fazla detay görmek isterdim.Genel olarak diziyi keyifle izledim, fakat beni ancak final bölümünde tam anlamıyla içine çektiğini söyleyebilirim. Bir diğer eksik gördüğüm nokta ise yan karakterlerin ekran süresindeki dengesizlik. Özellikle New York genel müdürü Jack’in ailesine ayrılan zaman bana fazlasıyla gereksiz geldi. Bu sürenin, yan karakterler Tobias Bell veya Mishi Duplessis’e ayrılması diziyi çok daha ilgi çekici hâle getirebilirdi. Tobias Bell, her ne kadar yan karakter olsa da bence izleyici kitlesini oluşturan temel unsurlardan biri olmuş-en azından benim için-. Belki de bunu yapmamalarının sebebi 2.sezon onayı aldıkları için, sonraki sezonda izleyiciye daha fazla malzeme sunmak istemeleridir. Genel olarak Étoile, derinlemesine işlenmiş karakterler ve görsel estetik vaat eden ama potansiyelini tam olarak gerçekleştiremeyen bir yapım; yine de farklı bir atmosfer arayanlar için izlemeye değer.

I
Ilgın Altınay
Yazar
Oku
GASTRONOMİ
27 Ağu 2025

Cider: Bira mı, Şarap mı?

Daha önce hiç cider denediniz mi?“Cider” kelimesi alkollü meyve suyu anlamına gelen eski bir kelimeden gelmektedir. Türkçede bilinen adıyla “elma şarabı” ya da “elma birası”, dünyanın farklı yerlerinde giderek daha popüler hâle gelen fermente bir içecek türüdür.Bira ya da şaraba benzeyen yapısıyla kafa karıştırıcı olsa da cider aslında kendi başına özel bir içecek kategorisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle elma ile üretilmesiyle bilinir ancak armut, vişne, böğürtlen, mango ve hatta nar gibi birçok meyveyle de üretilebilmektedir.Bu yazıda cider’ın bira ve şaraptan farklarına, tarihinden üretim sürecine kadar bilgiler bulacak, ayrıca ciderlı tarif önerileriyle lezzetli bir keşfe çıkacaksınız.Cider’ın kökeni, günümüzden 5000 yıl öncesine, Mezopotamya ve Orta Doğu’daki ilk tarım topluluklarına kadar uzanmaktadır. Elma gibi doğal şeker içeren meyvelerin bilinçsiz fermantasyonuyla ortaya çıkan bu içecek, zaman içinde bilinçli olarak üretilmeye ve tüketilmeye başlanmıştır.Tarihe bakıldığında, Antik Yunan ve Roma döneminde, elma bazlı içkiler hem günlük tüketim hem de dini ritüellerde yer almıştır. Orta Çağ Avrupa’sında, özellikle üzüm üretimine uygun olmayan bölgelerde cider, şarap yerine geçmiştir. Bu durum cider’ı İngiltere, Fransa (Normandiya), İspanya (Asturias) ve İrlanda gibi ülkelerde yaygın bir içecek hâline getirmeyi başarmıştır.Bugün cider; pub’larda, market raflarında ve gurme menülerde geniş yer bulmakta, özellikle glütensiz olması nedeniyle bira alternatifleri arasında tercih edilmektedir.Cider üretimi hem geleneksel hem de endüstriyel yöntemlerle yapılabilir.Temel adımlar aşağıdaki gibidir:1. Meyve Seçimi Cider yapımında kullanıllan en yaygın meyve elmadır. Bir elma cider’ı yapımında kullanışan elma türleri de farklılık gösterebilir. Asiditesi yüksek elmalar (örneğin Granny Smith) ile tanenli ve şeker oranı dengeli elmalar (örneğin Golden Delicious) birlikte kullanıldığında daha dengeli bir cider elde edilir.2. Sıkım Elmalar yıkanır, ezilir ve özel pres makineleriyle suyu çıkarılır. Elde edilen taze elma suyu fermantasyona alınmadan önce dinlendirilir.3. FermantasyonDoğal ya da eklenen mayalar sayesinde meyve şekerleri alkole dönüşür. Bu işlem yaklaşık 2 hafta ile 2 ay arasında sürebilir. Fermantasyon sıcaklığı, cider’ın lezzet profilini büyük ölçüde etkiler.4. OlgunlaştırmaFermantasyon sonrası cider dinlendirilerek aromaların oturması sağlanır. Bu süre birkaç hafta ile birkaç ay arasında değişebilir.5. Şişeleme ve KarbonizasyonKarbonatlı cider istiyorsanız doğal karbonizasyon (şişede ikinci fermantasyon) veya dışarıdan CO₂ ekleme yapılabilir. Gazsız cider ise direkt olarak şişelenebilir. Cider, içeriğine ve sunum şekline göre farklı bardaklarda içilebilir. Gazlı ve ferahlatıcı bir cider içiyorsanız, genellikle bira gibi büyük ve kalın cam pint bardaklarında servis edilir. Aroması yoğun olan cider’lar ise şarap kadehlerinde sunulabilir, çünkü geniş kadeh aromaların daha iyi hissedilmesine yardımcı olur. Ancak cider’ı bardaktan ya da şişeden içme seçimi tamamen siz kalmış, ister bir bira bardağında ister şarap kadehine içilsin önemli olan içecekten alacağınız lezzet ve keyiftir. Türkiye’de cider henüz çok yaygın olmasa da son yıllarda daha fazla ilgi görmeye başlamıştır. İthal ürünlerle farklı tatlara ulaşmak mümkün. Özellikle yaz aylarında soğuk ve hafif bir içki arayanlar için güzel bir alternatiftir. Glütensiz olması da tercih sebeplerinden biridir. Cider, kendine özgü tadıyla tek başına keyifli olduğu kadar, çeşitli kokteyllerde de harika bir baz olarak yer alır. Cider ile Yapılan Kokteyller Cider Mule• 60 ml votka • 120 ml cider • Taze zencefil • Limon suyu • Nane yaprağıTüm malzemeleri buz dolu bir bardağa koyup karıştırın. Ferah ve baharatlıdır.Cider Sangria• 1 şişe dry cider • 1 portakal (dilimlenmiş) • 1 elma (dilimlenmiş) • 1 çubuk tarçın • 60 ml brandyTüm malzemeleri büyük bir sürahide karıştırın. 1 saat buzdolabında bekletip buzla servis edin. Sonuç olarak, cider, ne bira ne de şarap olarak tanımlanabilen, kendine özgü üretim süreci ve özgün tat profiliyle farklı bir içecek deneyimi sunar. Tarihsel süreçte birçok kültürde önemli bir yere sahip olan cider, bugün modern dünyada da hem geleneksel yöntemlerle hem de yenilikçi tariflerle tüketilmeye devam ediyor. Hafif alkollü yapısı, meyvemsi aroması ve çok yönlü kullanımı sayesinde, ister sade olarak ister kokteyllerde, her damak tadına hitap eden ferahlatıcı ve keyifli bir seçenek olarak öne çıkıyor.Cider, sadece bir içki değil, aynı zamanda kültürel zenginliği ve sosyal paylaşımları da beraberinde getiren özel bir içecek kategorisi olarak yer alıyor.

K
Kıymet Ergin
Yazar
Oku
FİLM & DİZİ
20 Ağu 2025

Locarno Film Festivali 101: Locarno Film Festivali’nde Hayatta Kalma Rehberi

Bu başlığı gördüğünüzde aklınıza gelen ilk soru muhtemelen şu oldu: “Locarno da neresi?!” İsviçre’nin göl kenarında, Alpler’in gölgesinde kurulan bu festival, aslında İsviçre ve komşu ülkelerden sinemaseverleri bir araya getiren 78 yıllık bir geçmişe sahip.Eğer Cannes kırmızı halısı size fazla “haute couture” geliyorsa ya da Berlin’in sizin için çok “underground” ve “niş” olduğunu düşünüyorsanız, Locarno tam size göre!Locarno’nun güzelliği burada: Bir gün Godard retrospektifinde kayboluyor, ertesi gün gölde yüzüp sonra bağımsız bir Arjantin filminin gösterimine koşuyorsunuz. Hiç kimse de kalkıp size “bu kombini kırmızı halıya mı giydin? Topuklu ayakkabınız yoksa sizi içeri alamayız” bakışı atmıyor. Burada rahatlık esas!NEDİR BU LOCARNO FİLM FESTİVALİ?Arthouse sinemayla daha ticari yapımları buluşturan Locarno, aslında her seyirciye hitap ediyor. İsterseniz kimsenin henüz keşfetmediği filmleri yakalayın, isterseniz Cannes ya da Sundance’te kaçırdığınız yapımları burada görün… Seçenek bol, festivalin kapısı herkese açık.Her yıl Ağustos’un ikinci haftasında düzenlenen festival, dünya prömiyerleriyle birlikte senenin öne çıkan filmlerini de programına katıyor.Festivale daha önce katılanlar arasında Aaron Taylor Johnson, Jean-Luc Godard, Quentin Tarantino, Anthony Hopkins, Juliette Binoche, Edward Norton, Adrien Brody, Harrison Ford ve Daniel Craig gibi isimler yer alıyor. Bu seneyse Jackie Chan, Lucy Liu, Willem Dafoe ve Oscarlı yönetmen Alexander Payne gibi isimlere ev sahipliği yaptı.Cannes’ın palmiyesi, Venedik’in aslanı var… Locarno’da ise kocaman, gururlu bir leopar. Ve bu leopar öyle sıradan bir ödül değil: bağımsız sinemanın en cesur, en özgün işlerine kükreyerek kucak açıyor. Her film başlamadan önce duyduğunuz o efsanevi kükreme, MGM filmlerinin introlarını hatırlatıyor ve tüylerinizi diken diken ederek izleyiciye “şimdi büyüleyici bir şey olacak” hissini yaşatıyor.Festivalin en iyi yanı ise şüphesiz 8.000 (hatta bazı şartlarda 10.000) kişilik Piazze Grande gösterimleri. Açık hava sinemasına dair şu güne kadar gördüğünüz her şeyi unutun… Sinema büyüsünü en saf haliyle hissettiren Piazze Grande, gelmiş geçmiş en iyi açık hava deneyimlerinden birini sunuyor. Yediden yetmişe herkesin katılım sağladığı, devasa bir ekran ve sinemalardan kat kat daha iyi kalitede bir ses sistemiyle Piazze Grande filmseverler için kaçırılmaması gereken bir deneyim.BUNLARA DİKKAT! Türkiye rekor sıcaklıklara ulaşsa da Locarno’da da sıcak hava dalgalarına dikkat etmeniz gerekiyor çünkü maalesef eski binalara getirilen kısıtlamalardan ötürü restoranlar ve seçili sinemalar haricinde klimaya sahip değiller. Oradan oraya koşuştururken size yardımcı olacak yelpaze, cep vantilatörleri ve güneş kreminizi yanınıza almayı unutmayın. Tabii bir de şapka. Aksi halde festival mağazasındaki fahiş fiyatlara razı olmak zorunda kalabilirsiniz (festivalin sonlarına doğru indirim uyguluyorlar, benden duymuş olmayın).Bir diğer zorluk ise ulaşım. Locarno’nun kendi havaalanı yok. Bu yüzden önerilen rota Milano Malpensa’ya inip trenle Locarno’ya geçmek. Fakat macera burada bitmiyor, yeni başlıyor. Trenler yenilendiği için muhtemelen bir–iki kez aktarma yapmanız gerekecek. Buna rağmen, bu kadar zahmete değer mi derseniz, bence değer! Ayrıca tren yolculuğunuzu bol bol İnstagram storysi ya da bir kitapla romantize edebilirsiniz.Son olarak gelelim herkesin sormaya korktuğu konuya: Abarttıkları kadar pahalı mı? Avrupalıları bile ağlatacak derecede pahalı maalesef. Fakat bu hevesinizi kırmasın, küçük seyahat trickleriyle festivali sağ salim atlatabilirsiniz. İsviçre’nin tertemiz musluk sularını mataranıza doldurabilir, festival sponsorlarından ücretsiz atıştırmalıklar koparabilir ya da konaklamayı Locarno yerine Lozan veya Ascona gibi daha uygun bölgelerde ayarlayabilirsiniz. Ayrıca festival akreditasyonunuz varsa toplu taşımalar tamamen ücretsiz :)EKSTRALAR Eğer bir taşla iki kuş vurma umuduyla hem film izleyeyim hem de tatil yapayım kafasındaysanız, mayonuzu da yanınıza almanızı tavsiye ederim. Sıcaklar dayanılmaz raddeye ulaştığında istediğiniz zaman göle atlayıp serinleyebilirsiniz.Son olarak pizza ve makarna severlere müjde! Locarno, İsviçre’nin İtalyanca konuşulan bölgesinde olduğu için harika bir İtalyan mutfağı ve dondurmalara sahip. Şahsi tavsiyem kavunlu ve fıstıklı dondurmalarını denemeniz yönünde.

B
Beril Heral
Yazar
Oku
KÜLTÜR & SANAT
13 Ağu 2025

Kahramanlar Bizden Daha mı Değerli?

Lisedeyken, ne zaman Açlık Oyunları gibi bir evrende geçen bir kitap okusam ya da film izlesem, kahramanlarına hep çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Dünyanın bütün yükü onların omuzlarındaymış, ödedikleri bedeller her zaman çok ağırmış gibi gelirdi. Bir bakıma bu, hikâyelerin doğası gereği böyle olsa da artık bu fedakârlıkların herhangi bir insanın yaptığı fedakârlıklardan daha büyük olduğundan emin değilim. Kahramanlar ne kadar büyük kararlarla sınansalar, sevdiklerinin hayatlarını riske atsalar ve kendi can güvenliklerinden hiçbir zaman emin olamasalar da sonuçta bu fedakârlıkları kendi savaşları için yapmıyorlar mı?Öte yandan, yine can güvenliğinden emin olmayan ve sevdiklerinin hayatlarının da tehlikede olduğunu bilen insanlar var. Üstelik bu insanlar, kendi savaşları için mücadele etmiyor. Evet, daha iyi bir dünya umuduyla hayatlarını riske atıyor, fedakârlıklarda bulunuyorlar; ancak günün sonunda, uğruna her şeylerini verdikleri o “daha iyi dünyayı” büyük ihtimalle görecek kadar yaşayamayacaklar. Yine de bir şekilde, kahramanların aldığı kararların yükü, bir insanın hayatını kaybetmesiyle ödediği bedelden daha ağır gibi sunuluyor. Halbuki insanın en değerli varlığı canı değil midir? Canını verdikten sonra geriye ne kalır?Bu yüzden artık kahramanların modern dünyanın baskı araçlarından birine dönüştüğüne inanıyorum. Distopik dünyaların bu kahramanları, kendi modern dünyamızın sözde kahramanlarını yüceltmemiz gerektiği mesajını veriyorlar. Eğer kendi dünyamızın ideolojik liderlerini de birer kahraman olarak değerlendirirsek, onları da bu kahraman imgelerinin içine yerleştirebiliriz. Nihayetinde bu ideolojik liderler de kendi doğruları çerçevesinde dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeye çalışıyorlar. Farklı yöntemler ve amaçlarla da olsa — hatta bu yöntemler kimi zaman daha büyük zararlara yol açsa bile — amaçları, bu “daha iyi dünya” hayalini insanlara aktarmaktır.Bu bağlamda, ideolojik liderlerin çoğu zaman iyi niyetlerle yola çıktıklarına inansam da onların da zamanla kendi amaçlarının dışına çıkıp birer baskı aracına dönüştüklerini düşünüyorum. Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü adlı eserinde, baskı güçlerine karşı ortaya çıkan kahramanların, yalnızca “kahramanlık” rollerinden ötürü nasıl birer baskı aracına dönüştüğünü anlatır. Çünkü bir kişi kahraman olduğu anda, artık kendine ait olmaktan çıkar;toplumun güç odaklarına ait bir kavrama dönüşür. Bu kavram da devlet tarafından yeni bir kurallar bütünü oluşturmak için kullanılır.İşte bu nedenle, ideolojik liderlerin kitaplarda gördüğümüz gerçeküstü kahramanlardan pek bir farkı olmadığını düşünüyorum. Onlar da otoriteler tarafından insanlıklarından uzaklaştırılmış, ulaşılması güç bir ideale dönüştürülmüşlerdir. Varlık amaçlarının dışına itilerek, insanlara körü körüne bağlanacakları bir hedef sunan ideallere dönüştürülmüşlerdir. Halbuki bu kahramanların yola çıkış amacı, insanlara durumlarını sorgulatmak değil miydi?Gerek kahramanlar gerekse ideolojik liderler, öncüsü oldukları fikirlerin “yüce temsilcileri” olarak otorite kaynaklarınca büyük bir saygıyla anılırlar. Oysa savundukları fikirler, içleri boşaltılarak halkı yönetmek ve baskılamak için kullanılan araçlara dönüşmüştür. Toplumun her kesiminden insanlar da bir şekilde bu kahramanlara ya da liderlere yakınlık hisseder. Sosyokültürel açıdan dezavantajlı kesimler daha kolay etkilenebilir gruplar gibi görülse de, bence tam tersi de mümkündür. Milan Kundera, Ölümsüzlük adlı eserinde bu durumu şöyle özetler: “Sen bana, kötülük yapma ya da yükselme hırsından değil ama fazla zeki olduklarından dolayı Nazilere ya da komünist hareketlere katılan genç insanları düşündürüyorsun.”Günün sonunda, kahramanlar kahraman olarak kaldığı ve insanlıklarından uzaklaştırıldıkları sürece, toplumun her kesimi üzerinde bir baskı aracı olmaya mahkûmdurlar. Bu durum bana Universal Soldier şarkısındaki şu dizeleri hatırlatıyor:“And he's fighting for DemocracyHe's fighting for the RedsHe says it's for the peace of allHe's the one who must decideWho's to live and who's to dieAnd he never sees the writing on the wall.” Kimin için savaştığını bilemeden, barış adına ölüm kararları alan evrensel askerlere dönüştürülüyoruz kahramanlar tarafından.Kaynakça: Kundera, M. (2000). Ölümsüzlük (İ. Ergüden, Çev.). Can Yayınları. (Orijinal eser 1990’da yayımlanmıştır)Sainte-Marie, B. (1964). Universal Soldier [Şarkı]. Vanguard Records. (İlk kez Donovan tarafından yorumlanarak yayımlanmıştır.)Vassaf, G. (2020). Cehenneme Övgü: Günlük Yaşamda Totalitarizm. İletişim Yayınları. (İlk baskı: 1986)

İ
İpek Mocul
Yazar
Oku
FİLM & DİZİ
6 Ağu 2025

Güzel Görünen Her Şey İyidir Sananlara: The White Lotus

HBO Max ve Prime Video gibi platformlarda yayınlanan The White Lotus, School of Rock ve Enlightened gibi yapımlardan tanıdığımız Mike White tarafından yaratılıp yönetilen, kara komedi ve dram türlerini harmanlayan üç sezonluk bir dizidir. Her sezon, “White Lotus” isimli lüks bir otel zincirinde işlenen gizemli bir cinayetle başlar; olaydan önceki bir haftalık süreçte otel misafirlerinin yaşamları ve aralarındaki ilişkiler mercek altına alınarak hikâye kurgulanır.Dizinin en dikkat çekici yönlerinden biri, her sezonun farklı bir ülkede geçmesidir. Bu da izleyiciye hem görsel bir şölen hem de kültürel çeşitlilik sunar. İlk sezon Hawaii’de, ikinci sezon Sicilya’da, üçüncü sezon ise Tayland’da geçmektedir. Dördüncü sezon onayını alan dizinin sıradaki durağı ise şimdilik gizemini koruyor.Oyuncu kadrosu her sezon değişse de bu durum diziye taze bir soluk getirirken aynı zamanda sektöre yeni ve başarılı yeteneklerin tanıtılmasına da olanak sağlıyor. Kadroda genellikle çok tanınmamış ama son derece etkileyici performanslar sergileyen oyuncular yer alıyor. Bu sayede karakterlerin inandırıcılığı artıyor ve izleyiciyi içine çeken gerçekçi bir atmosfer yaratılıyor.Olay örgüsüne ve işlenen temalara gelecek olursak: İlk başta karakterler ve yaşantıları bizden oldukça uzak gibi görünse de zamanla onların yaşadığı içsel çatışmaların aslında bize çok da yabancı olmadığını fark ediyoruz. Ancak bu benzerliği görebilmek için, izleyicinin kendi karanlık yönleriyle yüzleşmeye hazır olması gerekiyor. Dizi, insan psikolojisinin gölgede kalan yönlerini açığa çıkartırken, seyirciyi rahatsız edebilecek kadar cesur sahnelere de yer veriyor. Özellikle ilerleyen sezonlarda ahlaki sınırların bulanıklaştığı, toplumsal normlara ters düşebilecek temaların işlenmesiyle birlikte The White Lotus, izleyicisine konfor alanının dışına çıkması gerektiğini fısıldıyor. Eğer izlediğiniz yapımlarda kesin çizgiler, “iyi” ile “kötü”nün net ayrımı ve ahlaki doğruluk arıyorsanız; bu dizi sizin için fazla rahatsız edici olabilir. Ancak belirsizliğin, çatışmaların ve insan doğasının çelişkili hâllerinin derinliğinde kaybolmaktan keyif alıyorsanız, bu yapım tam sizlik.Her ne kadar cinayet unsuru dizinin temelinde yer alsa da bu öğe çoğu zaman arka planda kalıyor. Asıl mesele, otel misafirlerinin bu olaylara verdikleri tepkiler, düşünce biçimleri ve içsel dönüşümleri oluyor. Mike White, karakter gelişimlerine büyük önem vererek izleyiciye sadece bir hikâye değil, bir insan çözümlemesi sunuyor. Psikolojik gerilim türüne ilgi duyan, sıra dışı yapımları seven izleyiciler için bu dizi kesinlikle kaçırılmaması gereken bir deneyim sunuyor.Bu yapım, yüzeyde bir cinayet hikâyesi sunsa da derinlerde insan doğasının en kırılgan, en karanlık ve en gerçek yanlarına temas eden çarpıcı bir yapım. Görkemli otel manzaralarının ardında gizlenen yalnızlık, kibir, arzu ve suçluluk duyguları, diziyi sıradan bir polisiye olmaktan çıkarıp psikolojik bir toplumsal eleştiriye dönüştürüyor. Eğer konfor alanınızı terk etmeye hazırsanız ve bir dizinin sizi rahatsız edebilecek kadar dürüst olmasını önemsiyorsanız, The White Lotus tam size göre.

I
Ilgın Altınay
Yazar
Oku
KÜLTÜR & SANAT
30 Tem 2025

Guilty Plesure’lar Bizi Geliştirebilir mi?

“’Guilty plesure’ yani ‘suçlu zevk’ bir aktivite veya bir medya parçası gibi genel olarak pek saygı duyulmadığı veya olağandışı görülmediği anlaşılmasına rağmen kişinin keyif aldığı bir şeydir.” demiş Wikipedia. Sanırım hepimizin pek de saygı duyulmayacak ama yapmaktan önlenemez şekilde keyif aldığımız alışkanlıklarımız var. Benimkisi Türkiye’nin ana akım medyasında yayınlanan dizileri izlemek. Baştan bu duruma çeşitli kılıflar uydurmaya çalışıyordum ama artık bu dizileri izlemeyi herhangi bir bahaneye gerek olmaksızın sevdiğimi kabullendim. Özellikle bazıları var ki heyecanla fragmanlarını bile takip ediyorum. Kızılcık Şerbeti de bu listenin başını çekiyor. Bunun sebebini 2 saatlik kısıtlı bir zamanda bana bütün duygu tayfını yaşatmasına bağlıyorum. Neşe, öfke, hüzün… Her şey. Peki bana kendime ait olmayan bu duyguları yaşatmaktan başka hiçbir şey katmıyor mu bu dizi? Mesela bir şeyler düşündürtmüyor, hayata farklı açılardan bakmama sebep olmuyor mu? Bence oluyor.Dizilerin düşünce gücüm üstündeki etkisini feminizmin bu dizilerde nasıl işlendiğini düşünmeye başladıkça fark ettim. Çok doğrudan ve hiçbir incelik olmaksızın işleniyor bence ve bu sebeple de hataya çok pay bırakıyor. Bu hataların aslan payı da sadece Kızılcık Şerbetinde değil, neredeyse ana akım dizilerinin hepsinde olan “güçlü kadın” tanımlamasının nasıl yapıldığında. İlk etapta gayet doğal gelen bu tanımlamanın içinde kadının maddi anlamda kendi ayakları üstünde durabiliyor olması bir ön koşul gibi. Ve bu çalışan kadın simgesinde o kadar yoğun bir güzelleme var ki çalışmayan her kadın otomatikman patriarkanın kölesi gibi gözükmeye başlıyor. Sanki çalışmayan bu kadınlar, hayata hiçbir katkıda bulunmayan, kendi hikayelerine sahip olmayan ve yanlarında bulundukları erkek bireyin gölgesinden başka hiçbir anlam ifade etmeyen ikincil karakterlermiş gibi anlatılıyorlar. Halbuki öyle mi? O çalışmayan kadınlardan kaçı çalışma fırsatına sahip olmuş mesela? Veya kaçı çalışabilmek için gerekli olan eğitimi alma fırsatına sahip olmuş? Tam da bu sorular yüzünden “güçlü kadın” tanımına karşı çıkıyorum. Bir takım dizi karakterlerini kullanarak çalışan her kadının güçlü ilan edilirken çalışmayan her kadının hor görülmesini adaletsizlik olarak görüyorum. Özellikle de bu dizileri izleyen cinsiyet ve yaş ortalamaları göz önünde bulundurulduğunda, bu yapılanın toplumsal farkındalık yaratmaya değil, toplumun bir kesimini diğer kesimlerce hor görülmesine sebep olduğunu düşünüyorum.Bu dizilerdeki güzellemenin iyi niyetten doğduğunu anlayabiliyor olsam da yöntemi yanlış buluyorum. Kadınların iş gücüne katılımı belki de üstüne iki kez düşünmeden desteklenebilecek tek şey. Ama bunu kadınları güçlü ve zayıf olarak farklı kategorilere ayırarak ve birbirinden ayrıştırarak yapmak ne kadar doğru? Bir kadının çalışması, aynı bir erkeğin çalışmasında olduğu gibi, onun sadece finansal anlamda başka bir kişiye olan bağımlılığı konusunda belirleyicidir. Ve bu bağımsızlık refah seviyesi daha yüksek bir toplum için çok önemli olsa da kadının kendi gücü üzerinde doğrudan belirleyici değildir. Dolayısıyla da kadınların istihdam oranını arttırmak ve farkındalık yaratmak için ülkedeki kadınların çalışmayan %69,4’lük kısmını güçsüz ilan etmemek gerekir. Kadınların istihdam oranı konusunda farkındalık yaratmak isteyen herhangi bir dizi halk eğitim merkezlerine ziyarette bulunarak, kadın kooperatiflerine bölümlerinde yer vererek veya eğitim için bütçe ayırarak da bunu yapabilir bence.Her şeyden önce tanımını yapmaya çalıştığımız şeyde hata olduğunu da unutmamak gerek. Önüne sıfat eklenmiş herhangi bir ismin kendisini tanımlaması beklenir zaten. Bu sebeple hiç kimse “güçlü erkek” veya “güzel kedi” gibi kavramları tanımlamaya çalışmaz. Ama konu kadının önüne eklenen bir sıfat olduğunda o bile sanki tanımlanmaya, altı doldurulmaya muhtaçmış gibi davranılıyor. Ve bu tanımlama yapılırken tanıma uygun düşmeyen kadınların ellerine başka fırsat verilmeksizin ötekileştirildiği göz ardı ediliyor.Tüm bunlar ışığında bana kendi guilty plesure’ımın bakış açısı kattığını söyleyebilirim. Öncesinde kadın istihdam oranlarının artmasını koşulsuz şartsız öncelerken bu amacın bile pek çok katmanı olduğunu ve her yolun mübah olmayabileceğini öğrendim. Amacın baki kalmasının şart olduğu durumlarda bile araçların daha incelikli hale getirilebileceğini, hata payının daha düşük ama etkinin daha büyük olduğu yöntemlerin önceliklendirilmesinin önemini anladım.O zaman guilty plesure’lar iyi ki varlar

İ
İpek Mocul
Yazar
Oku
MÜZİK
23 Tem 2025

Küllerden Doğan Festival: Tomorrowland

Tomorrowland, Belçika’nın Antwerp bölgesindeki Boom kasabasında her yıl düzenlenen, dünyanın en büyük elektronik dans müzik festivalidir. Benim her yıl birkaç bin kilometre uzaktan daha büyük bir coşku ve merakla takip ettiğim festival, ilk olarak 2005 yılında Manu ve Michiel Beers kardeşler ile İD&T tarafından organize edildi. Bugün dünya çapında bir fenomene dönüştü ve her yıl yüz binlerce müzik tutkununu bir araya getirmektedir. Belçika merkezli olan festival, Brezilya, Fransa ve Çin gibi farklı ülkelerde de etkinlikler düzenleyerek küresel ölçekte büyük bir etki yaratmıştır. Tomorrowland, yalnızca bir müzik etkinliği olmanın çok ötesine geçerek birlik, sevgi ve pozitif enerji gibi evrensel değerlerin simgesi haline gelmiştir. Festivalin müzikten ibaret olmadığının; gastronomiden görsel sanatlara, operasyonel kabiliyetten mühendisliğe kadar bir kültür alanı olduğunun kanıtıdır.Tomorrowland, farklı kültürlerden, dillerden ve coğrafyalardan insanları bir araya getirerek ortak bir ruha ve anlayışa ev sahipliği yapar. Ayrıca festival, pozitif yaşam felsefesi, sürdürülebilirlik ve çevre duyarlılığı gibi önemli değerlere sahip çıkar.Festival logosundaki kelebek sembolü; dönüşüm, özgürlük ve hayallerin gerçekleşmesi gibi anlamlar taşır. Bu simge, festivalin sürekli yenilenme, değişim ve pozitif enerji dolu ruhunu etkileyici bir biçimde yansıtır. Tomorrowland 2025: “Orbyz” Teması 2025 yılı için seçilen “Orbyz” temasıyla gerçekleştirilen festivalin, dünya genelinde 200’den fazla ülkeden yaklaşık 400 binden fazla katılımcıyı ağırlaması bekleniyor. Festival alanında toplam 16 sahne kurulması planlanmıştır.Festival başlamadan sadece iki gün önce, 16 Temmuz 2025 tarihinde Tomorrowland beklenmedik bir krizle karşı karşıya kaldı. Festivalin ikonik ana sahnesinde test sırasında çıkan yangın, sahnenin büyük bölümünü kullanılamaz hale getirdi. Ancak Tomorrowland’in yaratıcılığı ve güçlü organizasyon becerileri sayesinde bu zorluk hızla aşıldı. Yetkililerin hızlı müdahalesi sonucunda hiç kimse zarar görmedi ve organizasyon ekipleri anında çözüm üretmeye başladı. Metallica’nın M72 Dünya Turnesi’nden kalan sahne ekipmanları Avusturya’dan hızla getirildi ve yaklaşık 200 teknisyenin gece gündüz demeden çalışması sonucu, festivalin yeni ana sahnesi sadece iki gün içinde hazır hale getirildi. Böylece festival programı aksamadan devam etti. Türkiye’den Tomorrowland Sahnesine Festivalde Türkiye’den elektronik müziğin önemli temsilcilerinden Mahmut Orhan’ın performansı, 2024’ün ardından 2025 yılında da büyük bir heyecanla karşılandı. Pop müziğin yıldızı Aleyna Tilki ise Tomorrowland 2025 sahnesinde vokal performans gösteren ilk Türk sanatçı oldu. Festivallerin Geleceğine Yön Veren Tomorrowland Tomorrowland, bilet operasyonlarından sahne prodüksiyonlarına, “Pearls” isimli festival para biriminin markalarla entegrasyonuna ve sanatçılarla yürütülen nitelikli iletişime kadar pek çok yenilikçi uygulamayı başarıyla yürütmektedir. Böylece festival, güçlü marka kimliğini her yıl daha da sağlamlaştırmaktadır.Tomorrowland, sektöre ilham kaynağı olarak, festivallerin daha kapsayıcı, sürdürülebilir ve deneyim odaklı hale gelmesine öncülük etmektedir. Festival, yaşadığı zorluklardan ve krizlerden güçlenerek çıkmakta, müziğin toplumsal ve ekonomik gücünü her defasında yeniden kanıtlamaktadır. Teşekkürler Tomorrowland.ChatGPT Kullanılarak Hazırlanmıştır pi

Y
Yalın Mocan
Yazar
Oku
KÜLTÜR & SANAT
16 Tem 2025

Kendini Bilmek 101

Büyürken kendimin birçok farklı dönemine denk geldim. Her şeyin en iyisi olmaya çalışmak, bir alan seçip o alanda harikalar yaratmaya uğraşmak, “Ya tamam abi, bunların da hepsini yapayım da çok iyi olmasa da olur.” mentalitesinde kendimi binlerce parçaya ayırmak… Bu süreçte denediğim ve peşinden koştuğum her şeyi buraya listelemeye kalksam, eminim kendimin bile unuttuğu bir yığın çaba daha çıkardı ortaya. Hal böyleyken insan geriye dönüp baktığında, “Ben gerçekten ne istiyorum?” ve “Ne elde edersem ‘Oh be, tamam başardım işte.’ diyebilirim?” diye sorguluyor. Peki, cevabı ne?Ortaokul yıllarımdaki fen öğretmenim, her sınav sonrasında en başarılı bulduğu kâğıtların sahiplerini açıklardı. Şimdi, ortaokul yıllarımdaki birçok anımı unutmuş; belki de hayatınızda görebileceğiniz en unutkan insan olarak hâlâ hangi sınavlarda ismimin okunduğunu ve daha da önemlisi, hangilerinde okunmadığını çok iyi hatırlıyorum. Travmatize edilmiş bir eğitim sistemi ve içerisinde nefes alınamayan politik düzenlerin yansımaları gibi, hepimizin haddinden fazla kafa yormak zorunda bırakıldığı bu cafcaflı konuları bir kenara bırakarak, izninizle biraz kendimden bahsetmek istiyorum. Bencilce bir ekosistem yaratmadan, içinde kendinizi de bulabileceğinizi umarak yazıyorum bu satırları.Hayattaki en büyük tutkusu hep “işine yaramayacak uğraşlar” olan ama kafası matematiğe o kadar da çok basmıyor diye “Üzülmeyin, belki ileride toparlar.” denilen bir genç kızın yolculuğu aslında bu. Denediğim bu kadar spora, neredeyse her alanını keşfettiğim sanat dallarına rağmen aslında pek de büyük bir başarım yok. Yaptığı her şeyde en iyi olmak isteyen ve haddinden fazla alanda bunu deneyen biri için, pek de iç açıcı bir manzara olmasa gerek. Başarısızlıkların ardından yeterince buhrana girdikten sonra, bir gün Matrix izlerken yaşadığım orta sınıf aydınlanmayı sizinle de paylaşmak istedim: "Temet Nosce", yani demek istiyor ki: “Kendini bil.”Herkes tarafından sayısız kez yargılanıp hakkımdaki kararları dinlerken, aslında kendime kulaklarımı hep kapattığımı fark ettim. Zamanı kaybettiğim yerlerden çok, nerede olmam isteniyorsa orada bulunmuşum. Belki de bu yüzden sayısız başarısızlık getirmişim hayatıma. Kendimi tanımadan, içimdeki boşlukları beklentilerle doldurmaya çalışmışım.Okyanusları aşıp başucuma ulaşmış yazarlardan biri Haruki Murakami. O, içsel boşluklarıyla sessizce mücadele eden, gerçek ile düş arasındaki sınırda kaybolmuş yalnız ruhların hikâyelerini yazar çoğu zaman. Kaybolmuşken bile yürümeye devam eden o sessiz çaba, beni de yazdıklarına bağladı. Öyle ki bazen, başka bir yazarı elime almak bile mümkün olmadı. Kendini tanıyamamanın ve kayboluşun evrenselliği, tünelin sonundaki ışığı görmek gibi değil de far görmüş tavşan gibi olmama sebep oldu. Dünyanın herhangi bir yerinde, kendini tanıyamadan geçirilen başarısızlıklarla dolu yüzbinlerce hayat var belki de. Bu kadar karamsarlıktan sonra yazının sonunda nasıl kendinizi tanıyabileceğinizi anlatmak ve böyle bitirmek çok isterdim ama dediğim gibi, bu sadece Kendini Tanımak 101. Sizi, Epiktetos’un Kendisinin Efendisi Olmayan Hiç Kimse Özgür Değildir kitabından bir alıntıyla bırakmak istiyorum: “Nereye gittiğini bilen insana, dünya yol verir.” Belki de cevap, kalabalıkların alkışında değil; kendi iç sesimizi nihayet duyabildiğimiz o zamansızlıkta saklıdır. Çünkü insan, yolunu ancak kalabalıklar sustuğunda değil; kendi sesini duymaya cesaret ettiğinde bulur. Kaybolmaktan korkmadığımız ve her seferinde kendi yolumuzu arayacak gücü bulduğumuz günler bizimle olsun. Umalım da Epiktetos haklı çıksın.

E
Ece Usubütün
Yazar
Oku
FİLM & DİZİ
9 Tem 2025

“Adults”: Yetişkinlik Komedisi mi, Z Kuşağı Krizi mi?

Adults, Ben Kronengold ve Rebecca Show tarafından yaratılan, FX’te ilk kez yayınlanan ve Disney Plus platformunda yer alan bir komedi dizisidir. Konusu, New York, Queens’te yaşayan ve üniversiteden arkadaş olan bir grup ev arkadaşının hayatları etrafında şekilleniyor.Diziyi ilk gördüğümde “Gen Z kuşağının sit-com dizisi” olarak anılıyordu. Açıkçası bu dizinin ilgimi çekme sebeplerinden birisi de buydu. İzlediğimde ise neden Gen Z kuşağının sit-com dizisi olarak anıldığını daha iyi anladım. Gerçekten de 20’li yaşlarında olan gençlerin, teknolojinin hayatımızı kolaylaştırmasıyla problemlerinin nasıl değiştiğini ve hatta basitleştiğini gözler önüne seriyor. Keşke faturanın nasıl ödeneceği gibi basit konular hakkında bu kadar problem yaşamasaydık; en zeki kuşak olabiliriz ama aynı zamanda da en körelmiş kuşağız.Bunun dışında gerçekten de çok komik, zaman zaman utandırıcı, düşündürücü ve sıra dışı bir yapım diyebilirim. Gerçi dizinin yapımcısının Big Mouth dizisinin yaratıcılarından Nick Kroll olduğunu öğrendiğimde, sıra dışı bir yapım olacağını tahmin etmiştim.Dizinin başrollerinde Malik Elassal, Lucy Freyer, Jack İnnanen ,Amita Rao, Owen Thiele gibi genç ve enerjik oyuncular yer alıyor. Performansları, karakterleri sadece birer karikatür olmaktan çıkarıp gerçekçi ve empati kurulabilir hale getiriyor.Ayrıca belirtmem gerekir ki, LGBTQİA+ topluluğuna karşı önyargılı olan kişilerin diziyi izlemesini tavsiye etmem; çünkü baş karakterler de dahil olmak üzere dizide bu topluluktan oldukça fazla karakter yer almakta. Ancak bu görünürlüğünyalnızca temsiliyet açısından değil, toplumsal bilinçlenme açısından da oldukça önemli ve gerekli bir hamle olduğunu düşünüyorum.Adults, sadece bir komedi dizisi olmanın ötesinde, bir kuşağın hem zihinsel karmaşasını hem de kültürel dönüşümünü ekrana taşıyor. Mizahın içine sıkıştırılmış toplumsal eleştiriler ve karakterlerin absürt ama tanıdık dertleriyle, izleyiciye hem kahkaha hem de düşünme fırsatı sunuyor. Z kuşağına dair klişelerin dışına çıkmak isteyen herkes için bu dizi, yeni bir pencere açıyor.

I
Ilgın Altınay
Yazar
Oku
GASTRONOMİ
2 Tem 2025

Domatesin Sessiz Devrimi

Eskiden sofralarda vişneli yahni, erikli dolma veya tarçınlı kuzu eti görmek şaşırtıcı değildi. Aksine, bu yemeklerin her biri Osmanlı gibi bir imparatorluğun zenginliğinin ve katmanlı damak zevklerinin en büyük göstergelerindendi. Günümüzde ise evde pişen “geleneksel Türk yemeği” dendiğinde çoğunlukla “salçasını kavur, suyunu ekle, altını kıs, pişsin” mantığında tarifler akla geliyor. Bu durum, yemeklerimizin günümüze kadar nasıl tekdüzeleştiğinin açık bir göstergesi.Peki ne oldu da yemeklerimiz bu kadar sadeleşti? Domates ve salçanın hayatımıza girmesi yalnızca tariflerin değişmesi değil; aynı zamanda alışık olduğumuz lezzetlere yabancılaşmamıza da neden oldu.Osmanlı mutfağını biraz incelediğimizde, adeta bir denge sanatıyla karşılaşırız. Tatlı ve ekşi unsurlar çoğu zaman aynı tabakta buluşur, iki farklı tadın ustalıkla dengelenmesi damakları mest ederdi. Et yemeklerinde vişne, üzüm, erik ve hatta ayva gibi meyveler kullanılırdı. Pilavlar tarçınla, bademle ve kuru meyvelerle süslenirdi. Koruk suyu, sumak suyu ve nar ekşisi gibi ürünler, limonun henüz fazla yaygın olmadığı dönemlerde asidik dengeyi sağlardı.Domates ise aslında mutfağımıza geç gelen bir misafirdi. Anavatanı Orta ve Güney Amerika olan bu meyve, 15. yüzyılda Avrupa’ya ulaştı. Ancak Avrupa’da uzun süre yenmeyen, hatta zehirli sanılan bir bitki olarak kabul edildi ve yalnızca süs amaçlı yetiştirildi. Bu algının temelinde hem botanik kökeni hem de kültürel önyargılar yatıyordu. Domates, patlıcangiller familyasına aitti ve bu grup içinde gerçekten zehirli türler bulunuyordu. Ayrıca, aristokrat sofralarında kullanılan kurşun alaşımlı tabaklarla domatesin asidik suyunun tepkimeye girmesi sonucu yaşanan zehirlenmeler, onun tehlikeli olduğu düşüncesini pekiştirdi.Bu olumsuz algılar nedeniyle domatesin Osmanlı topraklarına gelişi 18. yüzyılı buldu. Başlarda yalnızca Ege kıyılarında sınırlı kullanımı vardı. Zamanla, Akdeniz ve Balkan mutfaklarının etkisiyle yaygınlaştı. Ancak domatesin mutfakta gerçek bir dönüşüm yaratması, 20. yüzyılda salçanın evlerde yapılması ve ardından endüstriyel olarak üretilmesiyle başladı. Domates salçası, yemeklere renk, kıvam ve asidik tat katmasıyla adeta mutfakta bir devrim yarattı.Geleneksel Osmanlı mutfağında lezzet; nar ekşisi, sumak suyu, koruk suyu, sirke ya da meyvelerle dengelenirken, bu rollerin çoğunu zamanla yalnızca salça üstlenmeye başladı. Salçanın uzun ömürlü olması, her mevsim kullanılabilmesi ve özellikle şehir hayatında yemek hazırlığını hızlandırması, onu mutfakta vazgeçilmez hale getirdi. Bu süreçte geçmişin katmanlı, meyve-et-baharat dengesine dayanan tatları gölgede kaldı. Yerine, daha tekdüze ama hızlı hazırlanan, domates ve salça merkezli bir mutfak anlayışı yerleşti.Şimdi soralım: İnsanlar nasıl oldu da yüzyıllardır alıştıkları katmanlı tat profilinden, zamanında zehirli diye adlandırdıkları bu meyvenin tekdüzeliğine geçiş yaptı?Bir mutfağın değişimi yalnızca malzemelerle değil; zamanla, yaşam tarzıyla ve değer yargılarıyla da şekillenir. Domatesin mutfağımıza kabulü, sadece bir meyvenin sevilmesi değil; aynı zamanda toplumun gündelik yaşamında yaşanan büyük dönüşümlerin sonucuydu. 19. yüzyılın sonlarıyla birlikte Osmanlı'da kentleşme hızlandı; 20. yüzyılda ise şehirli hayatın baskınlaşmasıyla evde yemek yapmaya ayrılan zaman giderek kısıtlandı.Bu noktada domatesin – özellikle de salçanın – sunduğu pratiklik cazip hale geldi. Meyvelerle pişirilen et yemekleri, sumakla terbiye edilen sebzeler, nar ekşisiyle dengelenen tatlar zamanla “zahmetli” ve “eski usul” olarak görülmeye başlandı. Yerine, birkaç kaşık salçayla hızla tatlandırılabilen ve her mevsim aynı görünümü verebilen yemekler geçti. Tek tip malzemenin baskın hale gelmesi, zamanla damakların bu tada alışmasına ve çeşitliliğin unutulmasına yol açtı.Günümüzde “ev yemeği” dendiğinde çoğumuzun aklına gelen zeytinyağlılar veya sotelerin domates-salça temelli olması bir tesadüf değil; bir toplumun dönüşümünün ve zamanla tembelleşirken lezzet denilen şeyi unutmasının bir sonucudur.Bundan sadece birkaç kuşak önce mutfağımız, zengin meyve-et uyumları, narin ekşilikler ve katmanlı baharat dengeleriyle tanımlanıyordu. Bu kayıp yalnızca birkaç tarifin unutulması değil; düşünme, tat alma ve yeme biçimimizin de dönüşmesidir. Domatesin mutfağımızdaki yolculuğu yalnızca bir gıda maddesinin yaygınlaşmasını değil, bir toplumun zamanla sadeleşen, hızlanan damak zevkini de temsil eder.Ancak bu dönüşüm geri döndürülemez değil. Geleneksel tatları yeniden hatırlamak yalnızca nostaljik bir arayış değil; aynı zamanda kültürel çeşitliliğimizi, coğrafi zenginliğimizi ve geçmişle kurduğumuz bağı yeniden inşa etmenin bir yoludur.

B
Baran Erdinç
Yazar
Oku
KÜLTÜR & SANAT
24 Haz 2025

Martılar Sahiden Özgür mü?

Bir süredir martılar üstüne çok düşünür oldum. Buna doğup büyüdüğüm yerde bir gün yavru martılar olduğunu fark etmem vesile oldu. 24 yıllık hayatımın hatırı sayılır bir kısmını geçirdiğim yerde ilk kez yavru martı görüyordum. Hayatımda ilk kez görmem de cabası. Sahilde her yürüyüşümde onları gözlemlemeye yavaş yavaş büyüyüşlerine şahitlik etmeye başladım. Martıları gözlemlerken onların büyürken nasıl da yerleşik ve köklü hayvanlar olarak yetiştiklerini fark ettim. Ve toplumun çoğunluğunda martıların, kuşların özgürlükle bu kadar bağdaştırılmış canlılar olması benim gözümde bir tezat oluşturdu. Dolayısıyla bu kez de martıların gerçekten özgür olup olmadıklarını sorgulamaya başladım. Uçabiliyor olmak veya gönlünce istediğin yere gidebiliyor olmak özgürlük için yeterli midir? Martılar için emin değilim ama insanlar için yeterli olmadığını düşünüyorum. İnsanın uçması özgürlükten çok bir başkaldırıdır bence. Doğanın en temel kanunlarına bir başkaldırı ve belki de bir özgürlük yanılsaması. Peki bir kişinin istediğini istediği zaman yapabiliyor olması özgürlük müdür? Bundan da artık emin değilim. Peki özgürlük nedir? Her kavramda olduğu gibi bunda da herkes kendi tanımlamasını yapıp o tanıma göre yaşayabilmeli ama ben kendimce tanımlamaya çalışacağım. Konu üstüne ilk düşünmeye başladığımda bir insanın istediği şeyi istediği zaman yapabiliyor olması şeklinde tanımlamıştım özgürlüğü. Ama Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü’sünü okudukça bu tanımdan uzaklaştım. Hatta bu tanımın bize her gün uyanıp çalışmamız için pompalanan bir hayal olduğunu fark ettim. 5 yıl sonra şu anda istediğimiz şeyleri yapabiliyor olma özgürlüğüne sahip olmak için şu anda çok çalışmalı, yatırım yapmalı ve tasarruf etmeliyiz. Tüm bunları yaparken aradan geçen 5 yılın bize ve hayatımıza yapacaklarını ise hiç göz önünde bulundurmuyoruz. İsteklerimizin değişeceğini, belki de daha fazlasını isteyeceğimizi gözden kaçırıyoruz. Sürecin ve hayatın parçası değilmiş de ona sahipmişiz, onu yönetebilirmişiz gibi davranıyoruz. Tabiri caizse, satın almaya çalıştığımız özgürlüğün ötesine geçmek istemeyeceğimizi varsayıyoruz. Halbuki o 5 yılın sonuna geldiğimizde kaçımız 5 yıl önce bize yeteceğini düşündüğümüz şeylerle kanaat etmeye devam edecek? 5 yılı geçtim ne zaman ki kendime 5 ay sonra düzlüğe çıkacağımı söylesem vardığım yerin düzlük olmadığını fark ediyorum, çünkü değişiyorum. Sözün özü, istediğimiz şeyi istediğimiz zaman yapma beklentisinin bizim özgürlük yolundaki en büyük engellerimizden biri olduğuna inanıyorum artık. Tartışmaya çok açık olsa da özgürlüğü istek üzerine kurmamaya çalışıyorum bu sebeple. Benim tanımımda özgürlük insanın kendisi üstüne kurulu. Bence özgürlük her şeyden önce insanın kendisini bilmesinde. Ancak kendimizi bildikten, tanıdıktan sonra ne yapmak istediğimizi bilebiliriz çünkü. Ve ancak o zaman “yapmak istediğimizi düşündüğümüzşeyler” için değil “gerçekten yapmak istediğimiz şeyler” için çalışmaya başlarız. Bu bağlamda çalışmak da aslında özgürlüğün bir parçası bence. Mesela düşünün ki bir kişi paraşütle atlamak istiyor. Eğer ki bu kişi paraşütle atlamak için öncesinde emek harcıyor, araştırma yapıyor, basit düzeyin ötesinde bir eğitim alıyorsa o kişinin paraşütle atladığında hissettiği özgürlük gerçek özgürlüğe olabildiğince yakındır. Çünkü yapmak istediği şeyi yapmıştır ve bütün süreç onun için özgürlüktür. Paraşütle atlamak için başka işlerde çalışıp birikim yapması da özgürlüktür bu noktada. Ama bir de başka bir kişi düşünelim. Bu kişi de paraşütle atlamak istiyor ama sadece istiyor. Niye istediğini ve hatta neyi istediğini bilmiyor. Bu kişinin paraşütle atladığında yaşadığı şey bence özgürlük yanılsaması olabilir olsa olsa. Ayağı karaya değdiği anda hissettiklerini özümsemeden hayatına devam edeceği bir deneyim ve uğrunda çalışmak için kendisini ikna ettiği sebeplerden sadece biri. Tik atılacak ve hemen ardından bir sonrakine geçilecek bir aktivite. Bu kişinin paraşütle atlamak için başka işlerde çalışıp birikim yapması ise tutsaklıktır bana göre. Paraşütle atlamayı gerçekten istediği için değil yapabildiği için ve istediğini düşündüğü için yapmıştır. Eylemlerimizi ve dolayısıyla bizi gerçek sevgi ve tutkunun özgürleştirdiğine inanıyorum bu sebeple. Peki martılar sahiden özgür mü? Hala emin değilim. Gerçekten yapmak istedikleri şey uçmak mı bilmiyorum. Başka alternatiflerin farkındalar mı bilmiyorum. Ama insanlara saçtıkları o özgürlük hissiyatının aslında bir illüzyon olduğunu düşünüyorum. Özgürlük uçmak değildir, yapmak istediğin şeyi istediğin zaman yapabiliyor olmak hiç değildir. Özgürlük bir şeyi kayıtsızca sevebiliyor ve onun için uğraşmayı göze alabiliyor olmaktır bence.

İ
İpek Mocul
Yazar
Oku
KÜLTÜR & SANAT
17 Haz 2025

Sahneden Sahneye

2024 benim için sabahları iş görüşmelerine girdiğim, akşamları sahneye çıktığım bi yıl oldu. Bi de zaruri date’ler var tabi. Sezonun özeti böyleydi benim özelimde, tanımadığım insanlar tarafından top yekün değerlenlendirildiğim bi yıl oldu.Bence bi insan kendini gün içinde maksimum bir kere kanıtlamalı, çünkü düzenli olarak kendini kanıtlama döngüsünün içine girince bazı duyguların isteğin dışında nasırlaşmaya başlıyo, yer yer otoparkçı gibi hissizleşmeye başlıyosun. Nelerden "heyecan" nelerden "mutlululuk" duyman gerektiğini bi süre sonra yitirebiliyosun. En iyi senaryoda hissetmen gerektiğini düşündüğün duyguları her an teyit ettiğin için bunların içini boşaltıyosun.Günümüzden bi örnekle açıklamak gerekirse: Sabah bi mülakata girdin ve diyelim okeydi, iyi geçti keşkesiz kapadık laptobu. 4-5 gibi date’in vardı onda da çok iyidin, otoban faresi gibiydin. Karşındakini dinleme, dinlerken bağlamdan kopmama, yer yer anlama gibi yaşamsal faliyetleri yerine getirdin. Tamam, iyi gidiyoruz.Sonrasında gösterinin olduğu mekana geçtin, kulistesin, bekledin, sıra sana geldi, çıktın ve müthiş geçti, alkışlar bişeyler. İndin sahneden, çok iyi hissediyosun, gece senin için burda sonlanıyosa, bi bira ya da çay kahve sigarayla kapatıyosun geceyi.Biraz bilimsel konuşalım.Komedyenin bahsedilen gününe dair "dopamin-zaman" grafiğini çizecek olursak: (bu aşamada grafik çizme gereği duydum, çünkü hakikatin gizemli perdesini bazen şemalarla aralarız, görseller @sipsshub İnstagram sayfasında) Şartları biraz değiştirip, ikinci bi gösteri daha olduğu durumu inceleyelim. İlk sahneden indikten sonra, ikinciyi hatırladığın an elde ettiğin başarma hissi oldu sana kolonya. Elinde avucunda hiçbir şey yok artık. Çok açken birinin sana çubuk kraker uzatması gibi, hiçbir şey ifade etmez artık yaktığın ilk sahne. Çünkü kendini bize tekrar kanıtlaman gerekiyo. Bu durumun da bi grafiği var: (görseller @sipsshub İnstagram sayfasında)Durumu biraz daha zorlaştıralım... Bahsettiğimiz son durumdan daha rezil bi hissiyat daha var o da: “Kötü geçen sahne” Kötü geçtiyse hiçbir şey olmamış gibi diğer gösteriye gitmek garip bi durum. Biraz önce seyirciye beton döktüğünün bilincindesin ve bu farkındalığı görmezden gelmek hiç kolay değil. Şimdiyse bulunduğun mekandan ayrılıp sonraki şova gidiyosun, yaşananları kendine hiç çaktırmaman lazım. İslık çalıp gökyüzüne falan bakman, kendini şimdiki şov için tekrar motive etmen gerekiyo. Ve bi ikna süreci başlıyo artık. Kendini bi komedyen olduğuna, herkesin böyle şeyler yaşayabileceğine cart curt. Ödev ahlakına göre diğer gösteride yapabileceğin en iyisini, en en ennnn iyisiniiiii yapman gerekiyo ama ben ilkokul birden beri ödevlerimi yapmadım. İncir gibi olur yüzüm. Duygusal yuvarlanma yaşarım. Buna rağmen son dakika toparlanmaya, kendimi gaza getirmeye, hatta bi önceki şovun kötü geçmediğine dair kandırmaya falan çalışırım kendimi. Ama kendimi de hiç kandıramadım, kendim olduğum için yalan söylediğimi biliyorum. Öyle de bi durum var. "Hadi lan ordan", "basbaya yalan bu" gibi gerçeğin yağlı tokmağını bi güzel yerim. Deli gibi üzülürüm; hayatımı bi hayal uğruna mahvetmiş, eşimin-dostumun kariyerlerinde yükselmelerine tanık olurken harcadığım iki buçuk senenin sonunda vardığım yerin kötü geçen bi sahneden daha kötü geçmesi muhtemel bi sahneye yürümekte olduğum düşüncesi hücum eder beynime.-Hadi abi elinden gelen bu mu ha stand-up bu mu beyler stan-dup bu mu ?!! (içime bağırarak) Burda da yalancı dopamin devreye girer. Ama bi s*ke derman olur mu sorusunun cevabını çok güvendiğim grafikle inceleyelim: (görseller @sipsshub İnstagram sayfasında)Bütün bu duygu-durum bozuklukları komedyenlerin neden dengesiz insanlar olduğunu açıklamaz mı ? İşin kendisi zaten bi paket olarak bipolar. Ayrıca bu eşikler sahneden sahneye ve seyirciden seyirciye değiştiği için aslında her hafta tüm parametreler yeniden tanımlanır. Yeni sınırlar çizilir, ama öncesinden de farklı olur. Bu sebeple sahnelerin hiçbiri birbirine benzemez, içkindir. Yalın Alpay'ın date'i gibi konuştuğumun farkındayım, sürdürücem bi süre bunu. Tüm bu bağımlılık yaratan adrenalin istencinin tohumunu da ilk çıktığın açık mikrofon gibi bi şovla atarsın. Kanına o zehir girmiştir artık. "Nikotin rush" gibi bişeydir ilk açık mikrofon. Hayatında yalnızca bisiklete binmiş birini 1200’lük motosikletin arkasında yüksek süratlere çıkması hissi sadece yeni başlayan açık mikrofon komedyenlerinin yaşayabileceği bişeydir. Az önce sahneye bakan biri, şimdi rodeo boğasının üstünde. Şunu net hatırlıyorum, mikrofona ilk konuştuğumda kendi sesimin bana gelmesi bile dikkatimi dağıtmıştı. Çünkü bunun öncesinde düşündüğüm sırf mikrofonla ilgili 3-4 olası komplo senaryom vardı benim çuvallamama yetecek. Ki bunu düşünememiştim. Öte yandan bu habitatın dışına çıktığında da sana sunulan gerçeklikten memnun olmadığın bi senaryo seni karşılayabilir. Şundan bahsediyorum: Sürekli komedyenlerle takılan birinin (bu kişinin komedyen olmasına da gerek yok) günlük rutin sohbetlerden aldığı zevk de haliyle düşer. Arkadaşlarını mal ve sıkıcı bulmaya başlar. Çünkü böyle bi ortamın, komedyen ortamından bahsediyorum, şöyle bi handikapı vardır: birisi bi hikaye anlatacaksa o hikaye anlatılmaya değer olmalıdır. O yüzden hiçkimse kıymetsiz bi hikayenin altına girmek istemez. Anlatılan şeylerin değerli olmasının elzem olduğu, dolayısıyla anlatılan şeylerin şaşırtıcı veya komik olduğu ortamdan 1 level arkadaşlarının yanına gittiğinde aradığın cümbüşü doğal olarak bulamazsın. Ki algısını böyle evriltmemiş, buna ihtiyaç duymayan, komiği göremeyen insanlar da acayip şeyler yaşamazlar ya da yaşarken altını çizmezler. Dolayısıyla anlatacak bişeyleri de yoktur. Dolayısıyla komedyenlerin punchline kaygısı kendi aralarındaki sohbetlerde bile sürer. Ve bu da aslında günlük hayatla uyumsuz, zor mutlu olan, kendi de dahil hiçbir şeyi beğenmeyen zihinler yatarır. Yani, devrim kendi çocuklarını yer. Peki ne yapmalı ? Meclisten yasa çıkana kadar elimiz kolumuz bekleyecek miyiz ? İlerde bu sektör gelişirse ve sektöre yeterince yatırım yapılmak istenirse diye şöyle bi çözüm önerim var: Hayırseverler, komedi kulüpleri ve yardımı vergiden düşmek isteyen sponsorların desteğiyle rehabilitasyon merkezleri yapılsın. Gelin hep beraber komedyenler için yeniden yaşam alanları inşa edelim. (Boş feto okullarından bikaçı kullanılabilir) Tıpkı huzur evleri, bağımlılıkla savaşan kurumlar gibi işletilsin. Kervansaray gibi bişey olsun. Bakıma muhtaç komedyenlerin bulunduğu muhteşem bir tesis... Gösterileri kötü geçen, hiç arkadaşı kalmayan, topluma uyum sağlayamayan komedyenlerin sığınacak bir yuvası olsun. Yakınları haftanın belirli günleri ziyaret edebilecek, kapalı havuzlarda yunus balıklarının kaygan başını okşayarak iyi hissedebilecek, rehabilite olabilecekler. Teşekküre gerek yok sadece işimi yaptım ;)

O
Ozan Altınbıçak
Yazar
Oku
GASTRONOMİ
10 Haz 2025

Tatlar Hafızada, Anılar Kalpte - San Sebastian ve Nefis Pintxosları

Alışık olduğumuz keşmekeş ve telaştan son derece uzak, tatlı ve bir o kadar da büyüleyici... Avrupa'nın gastronomi başkenti San Sebastian! Üç ay kadar yaşama şansı bulduğum bu şehri bir de benden dinleyin.Koşturmacaya o kadar alışmış, aceleci bir şekilde yaşıyoruz ki çoğu zaman her gün önünden geçtiğimiz bir kafeyi fark edemiyoruz. Özellikle metropol bir şehirdeyseniz, her şeye çok aceleniz var demektir. Bunu San Sebastian’a gittiğimde çok daha net anladım. Sokaklarda anın tadını çıkararak, etrafına bakınarak yürüyen insanlar... Hiç saate bakılmadan, sadece karşıdakine odaklanarak yudumlanan içecekler ve edilen sohbetler... Bizim için ne kadar büyük bir lüks gibi geliyor, değil mi?Sabah Old Town’da evden dışarı adımınızı attığınız anda bir yerlerden gelen müzik sesi sizi alıp götürüyor. Birkaç adım ilerlediğinizde 60’lı yaşlarındaki çiftlerin dans ettiğini görüyorsunuz. Yürümeye devam ettiğinizde akordeon çalan sanatçılar ve çocuklar için akrobasi gösterileri yapan şov ekipleriyle karşılaşıyorsunuz. San Sebastian’da bunlar istisnasız her gün görebileceğiniz manzaralar. O kadar aceleye yer yok ki bu şehirde, her şey belli bir düzen içinde ilerliyor. Öyle ki otobüslerde bile şoförün ne zaman hareket edeceğini gösteren sayaçlar var. Bazı duraklarda araçtan inip sigara molası veren otobüs şoförlerine sıkça rastlayabilirsiniz. Hal böyle olunca insanların yüzlerindeki gülümsemelere şaşırmamak gerek.Sokakları, köprüleri, manzaralarıyla ilk andan itibaren büyüleyen bu şehir, keşfetmeye doyamayacağınız bir gastronomi deneyimine dönüşüyor. Bildiğimiz İspanya’nın meşhur tapasının, Bask Bölgesi’ndeki adı: Pintxos.Her yerde rahatlıkla bulabileceğiniz fakat özellikle Old Town’da yan yana sıralanmış sokaklardaki pintxos barları, bu lezzet deneyiminin zirvesini oluşturuyor. Pintxos kültürünü, bu şehrin rahatlığının ve telaşsızlığının bir yansıması olarak görüyorum. Asla doyumluk değil, tamamen anın tadını çıkarmaya ve yediğinizden zevk almaya yönelik harika içki eşlikçileri. Bizim kültürümüzdeki mezelerin bir versiyonu gibi düşünebilirsiniz. Genellikle ayakta, masaların etrafında sohbet esnasında bir dilim ekmek üzerine hazırlanmış çok çeşitli malzemelerle sunuluyor. Asla tam anlamıyla doymuyorsunuz ama her lokmada daha fazlasını istiyorsunuz. Zaten onların da amaçları doymak, doyurmak değil. Fiyatlar mekâna göre değişmekle birlikte, tanesi yaklaşık 6-7 Euro civarında.O kadar lezzetli bir deneyim ki... Kırmızı soğan ve kızarmış kalamardan oluşan basit bir taco’yu gözüm kapalı üç ısırıkta yediğimi hatırlıyorum. Beni en çok etkileyen şeylerin başında bu farkındalık duygusu geliyor. Günlük hayatın koşturmacasında, bir an önce doyalım da işimize devam edelim diye yemek yiyoruz. Ama çoğu zaman yediğimiz şeyin içindeki lezzetleri fark edemiyoruz. San Sebastian, ufacık bir pintxos’tan nasıl büyük bir lezzet alınabileceğini gösteriyor ve bize “tadını çıkarmak” dediğimiz şeyi hatırlatıyor.Mutlu olduğumuzda, telaşsız ve rahat bir şekilde yediğimiz yemekten maksimum lezzeti alıyoruz ve bu da bizi daha da mutlu ediyor. Seyahatin sonunda geriye dönüp baktığımızda, “Ne güzel bir seyahatti!” diyoruz ve aklımızda en çok, yediğimiz yemeklerin lezzeti kalıyor. Hepimizin hafızasında, babaannelerimizin yaptığı o yemeklerin ayrı bir yeri vardır. Çünkü çocukken tek derdimiz ,babaannemizin yaptığı o leziz yemeği yemek ve önümüzdeki çizgi filmi izlemekti. Koşuşturmacalar ve kaygılar olmadığı için, yediğimiz lezzetler hafızamıza kazındı.İşte San Sebastian da bizde aynı duyguları uyandırıyor. Şehrin büyüleyiciliği ve rahatlığı, yediğimiz yemekten maksimum zevk almamızı sağlıyor. Güzel yemek yediğimiz yerde güzel anılar birikiyor. Başta da söylediğim gibi, pintxos kültürü bu telaşsızlığın ve rahatlığın bir eseri. Döngü şu şekilde işliyor: Sakin bir zihin, güzel yemek, güzel anılar, mutluluk... Ve yeniden sakin bir zihin. Baran ERDİNÇ 19.02.2025

B
Baran Erdinç
Yazar
Oku
Sipy

BLOG YAZILARIMIZI KAÇIRMA!

Haftalık bültenimize abone olarak en yeni blog yazılarımızdan, incelemelerimizden ve rehberlerimizden haberdar olun.

Sipy